Bulut

Blog   Etiketler:

                GRİ

Başı öne eğik, henüz olgunlaşmamış toy adımlarla yürüyordu. Her adım atışında bir diğerini takip eden bir kararlılıkla, kurulu bir oyuncağın tik-takları gibi ilerleyeceğini sanan gözleri yanıltarak, bir anda durdu. Tek ayağını hafifçe karnına doğru çekti. Boynunu kendini saran şefkatli kollar gibi doladı vücuduna.  Başını göğsüne, kendi göğsüne dayadı. Bir geçit törenini andıran devinim bir süreliğine sona ermişti. Tüm gün çok yorulmuş, her yerde suyu aramıştı. Artık yalnızca biraz uyumak istiyordu.

Gözlerini kapayıp, tedirgin bir uykuya daldı. Midesinin duvarlarını yumruklayan açlık hissi yüzünden ne zamandır şöyle dört başı mamur bir uyku çekememişti. Çok değil iki lokma geçse kursağından ona da eyvallahtı ama yoktu işte! Her yer kurumuştu. Evet, evet! Bu bir kabustu. Silkinerek uyandı. Bu kabusun karanlık bir yok oluşa benzeyen örtüsünü üzerinden atmak istiyordu. Şimdi durmak, pes etmek vakti değildi. Bir an önce bir şeyler yemeli, kana kana içmeliydi gök rengi bir su kaynağı bulup. Vakit çok geç olmadan gitmeli, uzaklaşmalıydı buralardan.

Kanatlarını büyük bir yorgunlukla, ağır ağır açtı. Olmuyordu işte. Hala kendisini gökyüzüne taşıyacak gücü bir türlü bulamıyordu kanatlarında. Bütün bir çağın yağmuru üstüne yağmış da suyu arayan bir tek kendisiymiş gibi hissediyordu. Önce kararsız bir iki adım aldı yürüdü, sonra kendinden emin, tok basamaklara basıyormuşçasına kesti ayaklarını topraktan. Bir iki kanat vurdu; yine olmadı.  Bu suyun peşinde adım adım bir gün daha demekti. Tuz Gölü dedikleri şu göl neredeyse tamamen kurumak üzereydi. Hâlbuki henüz o küçücükken şip şip yürüdüğü sığ sulara bile razıydı şimdi. Gölü bu hale ne getirmişti acaba? Bunu etraflıca düşünmek için bile fazla halsiz hissediyordu. Yalnız içinden bir ses, derelerin önüne dikilen şu kocaman gri şeylerin bu işin içinde bir parmağı olduğunu söylüyordu. Bunlar ne çirkin şeylerdi! Ömründe böyle hantal, yok edici bir renk görmemişti. Derelerin çayların önünde onları durduran bu tekdüze, sevimsiz şeylere bir türlü anlam veremiyordu. Sahi, tüm suyu kendilerine saklayıp ne yapacaklardı? Bir türlü aklı almıyordu böyle işi. Bu gürül gürül uzanan sular hepsini beslemeye yeter de artardı bile. Onları böyle hapsedecek; ondan rızıklanan binlerce canlıyı böyle aç, susuz bırakacak kadar hangi hırs, hangi arzu değerli olabilirdi?

Yok, yok. En iyisi bunları hiç düşünmemekti. Aklından tüm bunları geçirdiğinde bir baş dönmesi alıyor, midesine tarifsiz sancılar giriyordu. Birden gözüne bir parıltı çarptı geçti. Bir suyun güneşi gördüğündeki şavkıması mıydı bu yoksa? Evet, galiba! Nihayet onu bulabilmişti. Sevinç ve heyecanın titrettiği kalbinin atışlarını kendisi bile duyabiliyordu şimdi. Sabredecek, insanlar onu görmesinler diye temkinli davranacak hali kalmamıştı. Koşar adım ilerledi. Bir köy çeşmesiydi bu. Başında iki insan yalapşap su içiyordu. Ah bir bilselerdi şu avuçlarına bir çanakmış cömertliğiyle doldurdukları, döke saça içtikleri suyun her kayıp damlasına ne de çok ihtiyacı vardı şimdi. Bir müddet berideki çalılıkların ardında gizlenip onları izledi. Annesinin söylediklerini anımsadı. İnsanlara çok yaklaşmamalıydı. Annesi ona bir nasihat veriyorsa bunun elbette bir sebebi vardı ama dayanacak gücü de kalmamıştı. Ne olursa olsundu artık. İşte nihayet biraz su bulmuştu ya koyver gitsindi gerisini. Kaybedecek neyi kalmıştı ki?

                PEMBE

Kızarmış hatta kahverengiye çalan bir renkle dokunulmuş güneş yanığı kollarını sallaya sallaya yürüdüler. Diğerine göre biraz daha zayıfça olan oğlan çocuğu, üç numara saçlarındaki su damlalarını sağ sola savurtturarak, fırçalarmış gibi sürttü ellerini kafasına. Bunu yapmaya bayılıyordu. Sıcağın alnında bütün gün top oynadıktan sonra yalnız onun üzerine yağan serinletici bir yağmur hissi veriyordu bu. Bu yalancı sağanak geçer geçmez bir şeylerin eksik olduğunu fark etti çocuk. Tabi ya! Şapkasını çeşmenin başında unutmuştu. Neyse ki, henüz beş altı adım ancak yürümüşlerdi. Yanındakine bir şey demeden gerisingeri dönüverdi. Şapkası çıkarttığı köşede onu bekliyormuşçasına duruyordu. Fakat o da ne? Şapkasının hemen yanında garip bir kuş çeşmeye sokulmuş, fokurdata fokurdata su içiyordu.

– Hasan! Şşt Hasan!

– Ne var be Fırat? Ne fısıldayarak konuşuyorsun?

– Sessiz ol, şuraya bak. Görüyor musun?

Fırat bir eliyle Hasan’ı sarsalıyor, bir eliyle de köy çeşmesini işaret ediyordu. Karşısındakini ürkütmekten çekinen bir canlının en naif, en ince tavrını takınmıştı.

– Nereye?

– Aha çeşmeye bak. Bu ne böyle?

– Hay maşallah! Kuş, kuş da bir değişik kuş bu.

– Valla Hasan ben hiç böyle kuş görmedim ömrümde.

Hasan da ilkin bu garip, garip olduğu kadar da sevimli canlıyı tanıyamamış; gözlerini kısarak uzak bir akrabasını tanımaya çalışıyormuş gibi düşünmeye başlamıştı. Tabi ya, kınalı kazdı bu. Bir kınalı kaz yavrusu. Dedesi henüz sağken onu Tuz Gölü’ne balık tutmaya götürdüğü zamanlarda bu kuşlardan yüzlerce hatta binlerce görmüştü. Bu anımsamanın verdiği kıvançla:

– Deli misin ulen? Güneş başına vurdu herhalde. Kınalı kaz yavrusu bu. “Fleminko” diyorlar ya hani adına. Dedem anlattıydı yavruyken böyle olurmuş renkleri.

“Yaaa!” dedi gözlerini kocaman kocaman açarak Fırat:

– İsme de bak sen: “Fleminko”.

Yüzünün tazecik çizgileri, meraklı bir hal aldı sonra.

– Ne işi var acaba “fleminkonun” burada?

Yavru kuş, bu iki köy çocuğunun masumane bakışlarını üzerine çekmiş, zavallıcıkların akıllarını başından almıştı. Köylerinde hiç kınalı kaz görmemişlerdi. Hele böyle yavrusunu hiç!

“Bilmem” dedi Hasan omuz silkerek;

– Yalnız çok susamış olacak nasıl da su içiyor bak.

Çocukcağızı omuzlarından tutup, filizkıran fırtınasının dalları savurduğu gibi silkeledi. Heyecandan hareketleri ölçüsüzleşmişti. Bu çelimsiz çocuğu yere seriverecekti az kalsın. Gözlerinde minnettar bakışlarla;

-Ulen acıkmıştır bu hem. Koş iki lokma ekmek getir be Fırat! Karnı doysun garibin.

Fırat bir süre hiç oralı olmamış gibi gözükse de bu kayıtsızlıktan değildi. Şuan kendisini bir rüyada hissediyordu. Birden irkilerek uyanan aceleci hareketlerle hiçbir şey demeden koşmaya başladı. Öyle hızlı koşuyordu ki bacakları az kalsın sırtına değecekti. Hasan, arkasında bıraktığı toz bulutunun ötesinde gözden kayboluncaya kadar Fırat’ı izledi. Onu ilk defa böyle telaşlı görüyordu. Oysa kendini bildi bileli tanırdı Fırat’ı.

-Heheyt! Motorsiklet mübarek. Koş ulen koş!

Az önceki sessizliğin yerini Fırat’ın kaldırdığı toz dumanı ve Hasan’ın nidaları almıştı. Flamingo irkildi. Bir insan sesiydi bu!  Olamaz, hemen gitmeliydi. Kafasını keskin bir çevirişle Hasan’dan yana doğrulttu. Ellerini iki yumru yapıp gözlerine dayamış, onları bir dürbün gibi kullanan çocukla göz göze geldiler. Bu ilk karşılaşma anında şuan ikisi de tam olarak ne hissedeceklerini bilmiyordu. Sevgi, heyecan, korku ama en çok da merak bütün vücutlarını sarmıştı. İlk davranan flamingo oldu. Biraz olsun içtiği su ona güç vermiş, vücuduna küçük küçük dalcıklardan yapraklara yürüyen su parçacıkları gibi yürüyen su, içini ferahlatmıştı. Artık gitmesi gerekiyordu. Hasan’ın ve yavru flamingonun bakışları son kez dokundu birbirlerine. Adım adım hızlanan bu inanılmaz güzellikteki kuş, ilk görüldüğündeki şaşkınlık duygusunu hayranlığa dönüştürerek çalıların arasında kaybolup gitti. O, Tuz Gölü’nde kaybolan bir neslin kayıp çocukları gibi gözden yiterken; Hasan, olduğu yerde mıhlanıp kalmıştı.

                MAVİ

“Maviyi soruyordun, gözlerimden yüzüme yayılan maviyi mi
Bir renk değildir mavi huydur bende
Ve benim yetinmezliğimdir
Ve herkesin yetinmezliğidir belki
Denecektir ki bir süre
Ve denenecektir
Bir akşamüstünü düşünmek bir akşamüstünü düşünmekten başka nedir ki.”

Edip Cansever, Günlerden

Köyde haberler çabuk yayıldı. Fırat ve Hasan, bu gizemli kuşu görür görmez kahvede almışlardı soluğu. Kınalı kaz aşağı kınalı kaz yukarı, kısa sürede köyde tek konuşulan şey haline geldi yavru flamingo. Henüz kanatlarına kına yakmamış bu yavrucuğun erginleşince alacağı tarifsiz rengi hepsi biliyordu. Bu canlılar pembenin bütün tonlarını taşıyan bedenleriyle öylesine güzeldiler ki, nicedir kınalı kaz derdi onlara Anadolulu. Bu yüzden bütün bir köy sanki içlerinden birisinin çocuğuymuş gibi benimsedi onu. Neredeyse her haneden biri çeşmenin ardındaki çalılara süte doğradıkları ekmek kabını koyuyor, çocuklar beslenmelerinden arttırdıklarını okul dönüşü poşetlere doldurup çeşmenin yanına bırakıyorlardı. Hatta yavru flamingoya aralarında bir isim bile takmışlardı: Bulut. Daha doğrusu bu ismi ona Hasan vermişti. Yazın sıcak bunaltıcı günlerinde, hele ki öğlen güneşinin kavurucu sıcağında, birbirlerine ilginç şeylerden bahsetmekten başka işleri olmayan bozkır çocuklarına Bulut’u heyecanla anlatıyor; gördüklerini ballandıra ballandıra biraz da abartarak bir masala dönüştürüyordu.

– Üff, boyunu posunu bir görmeliydiniz. En az bir metreydi bacakları!

Dinleyenler, Hasan’ın tasvirlerini gözlerinde canlandıramıyor. Arada sırada “hadi len ordan!” diyerek çıkışıyorlardı.

– Hiç görmesek yutturacaksın be Hasan! Hem daha yavruymuş, nerede bir metre bacak?

– Valla diyorum be! Fırat da gördü, sorun ona. Bir şey desene Fırat!

Fırat da Hasan’ın bu telaşlı, onay bekleyen halinden cesaret bulup: “Doğru diyor, şu iki gözümle gördüm ben de.” diyerek kafasını sallıyor, Hasan’ı destekliyordu.

– Yaa, gördünüz mü? Hele bir duruşu vardı ki bana bakarken.  “Bak!” dedi sanki. “Kanatlarıma uçma gücü gelince aşıp gideceğim şu bulutları. “Bu yüzden Bulut dedim ona ne sandınız?

Gerçekten de yavru flamingo uçmanın o anlatılamaz hürlüğünün yetisini henüz kazanamamıştı. Yeryüzündeki ilk günlerini gökyüzüne de taşıyacak olgunluğa ulaşacağı sırada Tuz Gölü neredeyse tamamen kurumuş, o ve arkadaşları için güçlüklerle dolu bir arayış başlamıştı. Tuz Gölü’nden bu köye neredeyse yirmi kilometre vardı ve görünen o ki bu zorlu yolculuğa çıkanlar arasından yalnızca Bulut hayatta kalmıştı. Ona duyulan ilgi köyün yaşlıları arasında bir saman alevi gibi parlayıp çabucak sönüvermişti. Koca adamlara göre altı üstü bir kuştu işte bu. Yalnız özellikle çocuklar ve insan ruhunun o çocukça hayaller kuran yanını hiç kaybetmemiş olanlar arasında bu konu hala konuşuluyordu. Bir heyecanı elle bölüşüyormuş gibi hevesli, umutluydu hepsi. Bulut’u besleyecek ona bol bol su vereceklerdi. Bulut da büyüyecek ve gökyüzünde uçuşurken ona bakıp hayallere dalacaktı hepsi.

Nihayet bir gün beklenen haber geldi.  Yaşça en küçükleri, bastıbacak Turgut, koşa koşa kahvenin kapısından içeri girdi:

– Bulut uçuyor! Uçuyor!

İlk Hasan atıldı:

– Nerde ulen?!

– Çeşmenin az ilerisindeki çalıların arasında, Ayşe halamgillerin evinin hemen orda!

Herkes ayaklanmıştı. Köyün çocukları önde,  yaşını başını almış olanlarsa hemen arkalarında, soluk soluğa vardılar çeşmenin ardındaki çalılara. Turgut işaret etti;

-İşte!

Bulut, yaklaşan kalabalığın heyecanını içinde duydu. Artık gitmesi gerektiğinin farkındaydı. Anadolu’da insanlar birbirlerine nasıl teşekkür ediyorlarsa, tam da öyle, teşekkür etti onlara. Vücudunu hafifçe öne doğru eğdi, artık kendinden emindi. Bir, iki, üç… Adımları giderek hızlanıyordu. Köye ilk geldiğindeki acemi kanat vuruşları yerini güçlü, kararlı vuruşlara bırakmıştı. Ayakları yerden kesildi. Henüz pembeleşmemiş koyu gri, kahverengi tonların hakim olduğu vücudu havada savrulurken, bir yaprağı andırıyordu. Yeryüzünden kanatlanan yalnızca o değil, ardındakilerin bakışları, hayalleriydi aynı zamanda. Her birinin içinde ayrı bir hülya, gözden yitinceye kadar izlediler Bulut’u. Sonra kalabalık yavaş yavaş dağıldı. Bir yandan müthiş bir sevinç duyuyor, bir yandan da bir dostu uğurlamanın onmaz burukluğunu yaşıyorlardı.

Hasan ve Fırat bir gölgelik bulup yavşan çalılarının yanına uzandı. İkisi de tek bir söz söylemiyordu. Bir sessizlik oyunu oynuyor gibiydiler. Hasan, ellerini yavşanların üstünde gezdirirken bir taş yutuyormuşçasına yutkundu, belli ki oyunu bozacaktı:

– Gökyüzü nasıl bu kadar mavi be Fırat?

Fırat’ın kelimelerle verecek bir cevabı yoktu. Başının altına yastık yaptığı ellerini iki yana bir dağ çizermiş gibi sakince açtı. Hasan cevabını almıştı. Artık sessizlik oyununa devam edebilirlerdi. Rüzgâr, cırcır böcekleri, kuşlar sanki herkes bu oyunu oynuyordu şu an. Fırat gözünü kırpmadan göğe bakmayı sürdürüyordu fakat Hasan bir aralık uyuyakaldı. Rüyasında Bulut’un kanadına binmiş uçuyordu. Bulut yükseldi, yükseldi, yükseldi… Pamuk şekerini andıran bembeyaz bir bulutun içine daldı. Hasan dengesini kaybetti, tam düşecekken bir su damlasına sarıldı. Yağmur yağacaktı. Damla, yeryüzüne doğru süzülmeye başladı. Hasan’ın kulağına, ona bir sır veriyormuşçasına fısıldıyordu:

-Müjde! Ben taşıran damlayım.

 

Yazı: Kemal Kolçak

Fotoğraf: © Hellio & Van Ingen

Henüz hiç yorum yapılmamış

Yorum yap

Change this in Theme Options
Change this in Theme Options