Bir kurban bayramı sabahıydı. Sisin dahi gizleyemediği bir heyecan, tüm tabiatın çehresini değiştirmiş; ağaçlara, derelere, çay çiçeklerine anlatması güç bir gariplik vermişti. Yapraklar, yağmurun eksik olmadığı bu coğrafyada, damlaları bir başka kucaklıyor, Senoz Deresi kaybettiği yavrularını bulmanın sevinciyle çağıldıyordu. Nicedir böyle değildi Senoz. Onu öldüren, kurutan insanlara inat bugün böyle neşeli, böyle gönenmişti işte. Güneş, pek az uğradığı bu yeryüzü parçasına, zaman zaman başını bulutların ardından aşırıp kaçamak bakışlar atıyordu, bunu kutlarcasına. Doğa bugün olacakları haber veriyordu sanki.
Nevzat her zamankinden biraz daha erken uyandı. Karısı Ayşe ise her zamanki gibi ondan önce uyanmış, çayın suyunu kuzinenin üstüne koymuştu. Hayatı tüketmekten çok üreten bu iki insanın bakışları, her sabah olduğu gibi birbirini aradı. Mavinin yeşile olan kadim tutkusuydu bu.
Özür dilenerek kesilen ağaçların bir yuvaya dönüştüğü bu ahşap evde Nevzat, uzun süre Ayşe’yi bulmaya çabaladı. Ayak bastıkça onunla konuşurmuşçasına iniltiler çıkaran zemini karış karış yokladı gözleriyle. Sonunda Ayşe’yi evin alt katında, ağılda buldu. Ayşe, dizlerinin üzerine çökmüş, bir anne şefkatiyle; bayram namazından sonra kurban kesecekleri Kömür’ün kara başını okşuyor, ağlamaklı bir edayla boşluğa bakıyordu.
Nevzat’ın içinde bir fırtınadır koptu gitti o an. Karadeniz’in insan boyu dalgalarını duydu içinde. Neden sonra, onu hiç görmemiş gibi yapıp; üzgün olduğu her halinden belli adımlarla, plastik ayakkabısının parmak uçlarına basarak uzaklaştı. Birazdan Ali kalkacaktı. O uyandığında bayramlıklarını giymiş olmalıydı. Nevzat’ın adetiydi bu, her bayram sabahı torunu Ali’yi böyle karşılardı.
Ali şimdi şimdi; kaymağın pürüzlü ama bir o kadar lezzetli yüzeyine benzeyen yatağının içerisinde dört başı mamur uykusundan uyanmaktaydı. Her bayram sabahı olduğu gibi çok heyecanlıydı. Dedesinin elini öpüp, bayram harçlığını alacağı anı iple çekiyordu. Yalnız önce camiye gidilmeli ve bayram namazı kılınmalıydı. Ali yorganını üstünden atıp doğruldu. Gözleri, günün en taze ışıklarına pek alışkın olmadığından bir türlü açılmıyordu. Ellerinin ayasıyla ovuşturdu onları. Kendine gelir gelmez yatağından fırlayıp, odasından çıktı. Yatmadan evvel; o çocuksu heyecanının verdiği sevimli telaşla bayramlıklarını giymiş, buruşmasınlar diye kaskatı yatmıştı.
Dedesini evin avlusunda onu beklerken buldu. Her bayram sabahı olduğu gibi film artistleri kadar fiyakalıydı. Ali’nin ışık saçan gözleri bir kat daha parlaklaştı. Önceden sözleşmişlercesine soluğu suyun başında aldılar. Henüz abdest almasını öğrenememişti Ali, daha doğrusu hangisi önce yapılacak karıştırıyordu. Önce burun temizlenecek, sonra ağız. Yoksa tam tersi miydi? Off, yine unutmuştu işte. Göz ucuyla dedesinin yaptıklarını süzüyor, o ne yaparsa yapıyordu. Ayaklarını yıkarken ıslanmasın diye kıvırdığı paçalarını düzeltirken bu yüzden en az dedesi kadar ağırbaşlı, sakin gözüküyordu. Oysa içi içini yiyordu şuan. Kömür, Kömür ne olacaktı? Gerçekten ölecek miydi?
Dedesinin ve ninesinin ellerini öptü. Böyle öğrenmişti Ali. Nasıl o her sabah üzerinde sıcağın binbir tonu tüten kahvaltı sofrasına elini yüzünü yıkamadan oturulmuyorsa, abdest almadan da bayramlaşılmıyordu. Dedesi ona vermek için haftalar öncesinden ayırdığı parayı bir yetişkin elinin güçlükle sığdığı pantolonun cebine sokuşturdu. Ali bu parayla Kömür’e bir çan almak istiyordu. Daha geçen hafta pazarda gördüğü yeşil ipli çanın fiyatını hiç unutmamıştı. Bu para işte tam da o kadardı: beş lira. Artık Kömür’ün otlarken nerede olduğunu hiç merak etmeyecekti. Şıngır mıngır bir ses duyuyorsa tamamdı. Kömür güvende demekti artık.
Dede, torun aceleyle çıktılar evden. Namaz vakti çoktan gelmişti. Durmadan yağan yağmur, devam ediyordu. Sağanağın altında; su aşkı denize nazır bir restorantta rakı-balık keyfi yapmaktan öteye gitmeyen bir neslin asla hissedemeyeceği bir aşkla ilerlediler. Vardıkları ahşap, minaresiz bir camiydi. Bilmeyen birisi burayı rahatlıkla bir ev sanabilirdi. Ali de burayı hep bir oyun evi olarak görmüştü zaten. Ne zaman dedesiyle buraya gelseler, içeride herkesin yaptığını yapıyor. Bazen gülmemek için kendisini zor tutuyordu. Bu sabah da o zamanlardan farksızdı. Ali yeni ayakkabılarını özenle bir kenara koydu. İçeride bir ritüelin rayihası; yüzyıllar öncesinden gelen bir esintiyle onu içine çekmişti. Yine insanları taklit ediyor, anlamadığı bazı sözcükleri arkadaşlarının isimlerine benzettikçe gülesi geliyordu.
Vaaz boyunca ayak parmaklarıyla oynadı durdu. Ara sıra gözleriyle dedesini yokluyor, takındığı ciddi tavrı gördükçe onu tanıyamaz oluyordu. Dedesi hiç böyle bir adam değildi ki. Sanki onunla yaşıt bir koca adamdı. Onunla oyunlar oynar, yaptıkları karşısında bazen Ali bile kendisini olgun hissederdi. İşte yine gülesi gelmişti, kendini tutmak için aklına ciddi; üzünç şeyler getirmekte buldu çareyi bu sefer. Kömür’ü düşündü. O an zamanın durmasını öyle çok istedi ki. Hiç geçmesindi saatler. Kömür hep yaşasındı.
Namaz bitmiş miydi? Ali ayakkabılarını kaldırdığı köşeden onları nasıl aldığını, ayaklarına nasıl geçirdiğini ve eve nasıl döndüklerini hatırlamıyordu. Olmuyordu işte zaman durmuyordu! Birbirine sürten bıçak sesleri duydu. Dedesi onları bileyliyordu. İki sene evvel, Ali okula başlamadan önce doğan, daha o zamanlar ayakları üzerinde duramayan Kömür artık büyümüştü de kurban olacak yaşa gelmişti öyle mi? Ah zaman… Zaman! Ali hiç okula gitmese, Kömür hep öyle masum ve ufacık kalsa, hiç kurbanlık yaşa gelmese olmaz mıydı?
Nevzat, Ali’deki ağlamaklı halin farkındaydı. O da çok isterdi şuan zamanın durmasını. Ali yaşlarında bir çocukken, bazı geceler beraber uyuduğu Duman’a böyle veda etmemiş miydi o da? Eeeh! Neyse neydi artık, tüm bunların hiçbir önemi yoktu. Kurban bayramında bir kurban keseceklerdi elbet. Ya ne yapsındı Nevzat? Bir zamanlar kendi öz evladı gibi sevdiği, beslediği bu buzağıyı yaşı gelince kurban etmesin miydi?
Ağır adımlarla ahıra indi. Zamanı durduramasa da en azından yavaşlatabilmek için öyle yavaş hareket ediyordu ki Ayşe ve Ali ondaki bu ikircimi hemen anladı. Nevzat, beline; kemerinin arasına, Kömür ürkmesin diye bir beze sarıp sakladı bıçağı. Sonra onu tandır ekmeğinin topraksı yüzeyine benzeyen elleriyle kararsızca kavradı. Kömür bir nefes verdi burnundan, Kaçkar dağlarına sis çöküyordu. Nevzat, tekbir getirdi. Ölümü anlamayan daha doğrusu kabullenemeyen çocuklar kadar saf, onlar kadar öfkeliydi. Kömür’e son bir kez baktı. Yağacak hiçbir yağmur onun içine hapsettiği gözyaşlarını yağdıramazdı şuan yeryüzüne. O da ağlamadı. Öyle vâkur durdu, sâde, bir an durdu. İbrahim’in oğlunu kurban etmeden önce yaşadığı his, işte dünyanın bir başka köşesinde yeniden yaşanıyordu. Kömür’ün gözlerine baktı, af diler gibiydi. Son bir nefes daha vermeye hazırlanıyordu Kömür. Hayır! Bu nefes ne korkudan, ne de öfkedendi. Kömür’ün burnundan sevginin buğusu yükseldi.
Ağıl sıcacık oldu bir an. Bir umut duydu içinde Kömür: Yaşamak umudu! Nevzat’ın elleri uyuşmuş, hissizleşmişti. Artık bıçağı tutmuyordu.
Kemal Kolçak
Fotoğraf: © Muhammet Kaçar
Devamı olsa bu yazının, sayfa sayfa okusak Ali’nin hayata bakışını.