Fotoğrafın Cüneyt Oğuztüzün’üne.
Musa. Ellerim titriyor artık rastık çekerken. Şu bulanık aynada kendi gözlerimi zor görür oldum. Hatırlar mısın, nasıl üzülmüştüm, günlerce ağlamıştım gözlerimin altına çöküveren ilk kırışıkları fark ettiğimde. Gül kremi kullan, iyi gelir, genç kalırsın demişlerdi. O günden beri hiç sıkılmadan, her sabah ve her gece gül kremi sürdüm yüzüme. Nasıl hoşuna giderdi gül kokulu tenimle yanık koynuna girdiğimde. Ama yüzümdeki kırışıklar hiç azalmadı, arttı.
İşte nihayet göl gözüktü. Bu nasıl bir mavi böyle. Göl değil, Akdeniz sanki. Dört bir yanını dağlar sarmış. Gölün mavisine yazın, kıyılara sonbaharın, dağlara kışın sureti inmiş. Aylardan Ekim, yer ve gök sepya. Gölün kenarından, Eğirdir’e doğru yol alıyoruz. Arada bir dayanamayıp arabadan iniyoruz. Havadaki nem kokusu, sazlardan yükselen o sakin hışırtı, dallarına sığmayan elmaların alı ve ilk yağmurlarla coşmuş çiğdemlerin tomurcukları. Etrafımızda hazan uçuşurken, her şey gibi biz de sonbahara teslim oluyoruz. Saat beşe geliyor. Karanlığa kalmamak için Eğirdir’e doğru yolumuza devam ediyoruz.
Sonbahar geldi. Hava iyiden soğumaya başladı. Gölün mavisi biraz puslandı. Davras’a ilk kar düştü. Kış geldi dağlara. Bahçedeki çiğdemler boyunlarını topraktan çıkardı. Yapraklar uçuşuyor etrafta. Soba kuruldu. Ev küçüldü. Gülkurusu dudak boyamı sürerken, aynadan Davras’ın beyaz saçlarını görüyorum. Saçlarım aynada kayboluyor. Saat beş. Her gün bu saatlerde adadaki iskeleye yanaşıp beşi beş geçe kapıyı çalardın. Gittiğinden beri çok şey değişti. Komşular birer ikişer dağıldı, evlerin çoğu otel oldu. Her odada bir başka yabancı. Her gece.
Biraz sonra Eğirdir’e varıyoruz. En sevimli otellerin Eğirdir’in biraz açıklarındaki Yeşilada’da olduğunu bildiğimizden, doğru adaya yöneliyoruz. Adaya çift şeritli bir asfalttan ulaşılıyor. Önceleri sandalla gidip gelirmiş adanın sakinleri. Oteli seçmekte büyük özen gösteriyoruz. Eh, önümüzdeki iki gece için evimiz olacak bu odalar ne de olsa. Sonunda göl ve Davras manzaralı birer oda bulup yerleşiyoruz. Akşam yemeği sırasında doyasıya eğleniyoruz. Ardından odalarımıza çekiliyoruz. Bir süredir Isparta’da ikamet eden oda arkadaşım, yatmadan evvel yüzüne garip kokulu bir krem sürüyor. Bunun ne olduğunu soruyorum. “Bu mu? Gül kremi. Isparta’nın gül bahçelerinden. Harika bir şey, insanın cildini genç yapıyor” diyor. “Yani buralarda hiç kimse yaşlanmıyor mu?” diyorum. Gölün tadı damağımızda, bir sonraki günü düşleyerek uykuya dalıyoruz.
Eskiden ne kadar kolaydı uykuya dalmak. Bir an önce bahar, arkadan da yaz gelse keşke. Yazları ne çok severim bilirsin. Bir zamanlar bizden başka kimsenin yüz vermediği ıssız koylar, şimdi yabancılarla dolup taşıyor. Bedre’de, Altınkum’da iğne atsan yere düşmez. Bir Akbük bozulmadı, öylece kaldı diyorlar. Dizlerimde derman olsa da, bu yaz gidebilsem oraya. Bana da bak… Bir daha kırlangıç görebilecek miyim acaba?
Sabah dipdiri uyanıyoruz. Otelden üzerinde “Eğirdir – Alternatif Turizm Cenneti” yazan bir dosya ve bir broşür veriyorlar. Broşüre bölgeye gelen insanların beğenisini kazanmak için her şey yazılmış. En can alıcı cümle ise şu: “Arboretum’u anımsatan eşsiz ormanlarımız, doğal plajlarımız, harika kıyı şeridimiz ve doyumsuz manzaralar içinde evinizin rahatlığını sunan konaklama tesislerimizde güzel bir tatil için sizleri Eğirdir’e bekliyoruz”. Bölgenin turizmden çok şey beklediği açık. Broşürde bizi en çok etkileyen şey, iç sayfalardan birinde sıkışıp kalmış siyah beyaz bir Eğirdir manzarası oluyor. Akşam konakladığımız Yeşilada’nın gerçek bir adayken nasıl olduğunu görüyoruz. Kıyısını süsleyen yalılar ve bahçelerdeki ağaçlar…
Sabah oldu Musa. Artık zor ve bitkin uyanıyorum. Kendime gelmek için şehre doğru bir yürüyüş yapmalıyım. Kral Kroisos, kalesinden bakarken, manzarasını süsleyen şu adaya bir gün gelip yürünebileceğini hiç düşünmüş müdür acaba? Sanmam. Düşünebilseydi kendini kalenin surlarına hapsetmek yerine, gölde balıkçılık yapardı. Evet evet, en iyisi şehre gidip biraz balık alayım. Eski balıklar da kalmadı ki. Yalnızca insanlar değil, göldeki balıklar bile değişti.
Eğirdir’in içindeyiz. Eğirdir kalesi şehrin başköşesini süslüyor. Kaleyi bugünden yaklaşık 2500 yıl önce Lidyalı bir kral yaptırmış. Kale o günden bu güne dimdik ayakta. Bir zamanlar insanlar kendilerini ve topraklarını korumak için kalelerin ardına saklanırken, şimdi aynı toprakları başkalarıyla paylaşmak için renkli broşürler bastırıyor. Tuhaf. Eğirdir’in içinde bir de balık hali var. İçinde çesit çeşit balıklar bulmak mümkün. Ama bunların hemen hiçbiri Eğirdir’in doğal balığı değilmiş. Büyük oldukları için küçük balıkları yiyen balıklar bunlar. Masallardaki gibi.
Bu yeni balıkların hiç tadı yok. Eskileri daha küçük, ama lezzetliydi. Biraz limon, biraz tarator koyardım üstüne, bayılırdın. Gölün kıyılarında küçük küçük balıklar dolaşırdı. Ne oldu kuzum onlara? Bu yeni balıkların tadını balıkçıl kuşlar bile sevmiyor olacak ki, kaç zamandır görünmez oldular buralarda. Kerevite de veba geldi dediler, bir daha yüzünü göreni ara da bul. Sen gittikten sonra ne çok şey değişti.
Bir varmış, bir yokmuş. Bir zamanlar Eğirdir’in tüm balıkları uyum içinde uyur, uyanırmış. Derken Memed adında zalim bir adam Eğirdir’in masmavi sularına sudak adında bir balık atmış. Sudak, diğer balıkları yiyerek karnını doyuran büyük bir balıkmış. Memed ise sudakları yakalayıp satmanın peşindeymiş. O gün bugündür göldeki uyum bozulmuş. Sudak, gölün her köşesine yayılarak küçük balıkları yemeye başlamış. Sudaklar küçük balıkları, insanlar da sudakları avlamış. Memed, göle gönderdiği sudağı kullanarak hiç bir zaman elinin değmediği küçük balıkları da tüketmenin yolunu bulmuş. Bir gün, küçük balıklar hepten azalınca, meczup sudaklar birbirini yemeye başlamış. Böylece onlar da azalmış ve gölde hemen hiç balık kalmamış. Memed göle bu sefer de Çin sazanı, kadife gibi başka balıklar getirmiş. Oysa eskiden yalnızca bu gölde yaşayan bir çok balık türü varmış. Hemen hepsinin nesli tükenmiş.
Gitmeden son bir tur atmak isterdim gölün etrafında. Elma bahçelerinden elma çalıp, Gelendost’a gitmek, Akbük’e uzanmak, Hoyran’ın bakir kıyılarından Barla’nın başındaki karlı saçları seyretmek isterdim. Gidenlere kalanlara, senin yokluğuna, ve hatta yaşıma başıma bakmadan hayatı doya doya içime çekmek, fena mı olurdu sanki?
Gölün etrafında attığımız tur gözlerimizin önüne giderek daha da güzel manzaralar seriyor. En sonunda dayanamayarak bir kaç elma çalıyoruz bahçelerden. Herşey böyle başladı diyorum arabadakilere. Önce elmalar çalındı, sonra dünya cenneti cehennem oldu. Bir kaç patikayı aşıp Akbük denen bir koya varıyoruz sonra. Burası insanların henüz yerleşmediği bir koy ve kurutmadığı bir sazlık. Gölün öte tarafında karlı Barla Dağı yükseliyor. Gölü çevreleyen yol ise burada ara veriyor. Bundan sonrası Hoyran’ın bakir kıyıları. Hüznün en güzel resmini görür gibiyiz. Bizi etkileyen Memed ile balıkların öyküsü mü, sonbaharın mayhoş rüzgarı mı? Bilinmez. Güneş batarken, otelin yolunu tutuyoruz.
Yine sabah oldu Musa. Bu sabah güz güneşi her yeri daha bir güzel ısıtıyor. Ayna ile olan sohbetimi yeni bitirdim, gül kremi süründüm, pencereden gölü seyrediyorum. Saat on. Davras karşımda duruyor. Son yabancılar da gitmek üzere. Eşyalarını arabaya yüklüyorlar. Kış geliyor. Eğirdir sana, bana, köklerimize kalıyor. Uzun ve yalnız bir kış daha geçireceğim. Bir daha kırlangıç görebilecek miyim?
Saat on gibi hazır olup eşyaları arabaya yüklemeye başlıyoruz. Geçirdiğimiz güzel günleri fotoğraf makineleriyle beraber anılarımıza sarıp sarmalayıp evin yolunu tutmak üzereyiz. Aslında kimsenin de gidesi yok. Keşke hep burada kalsak diye düşünüyoruz. Eski yalıların birinin penceresinden bakan yaşlı bir kadına ilişiyor gözlerim. Bir an gözgöze geliyoruz. Kimbilir ne kadar mutludur diye geçiriyorum içimden. Bu güzel gölün kıyısında kadim bir huzur içinde seyrediyordur Davras’ın saçlarını. Darısı başıma.
Nicesi geldi geçti bu adadan. Kralı, kölesi, senden ve benden öncesi. Gelenlerin hepsi büyük küçük izler bıraktı. Bazıları şu gölün öyle resimlerini çekti ki, ömürleri ömürden daha uzundu. Hepsi bizim köklerimizdi. O köklerden su gibi yürüdük. İnsan, yaşamı bir günü izler gibi izlemeli Musa. Günü geceye, geceyi güne devretmesini bilmeli. Biz ölsek bile, yaşam ölmüyor. Her şey bir devir. Davras, Eğirdir, ada hep devrediyor. Diller devrediyor. Krallar devrediyor. Baki olan köklerimiz. Seni ve beni buluşturan. Baki olan Anadolu. Her şeye rağmen Anadolu.
Bekle beni.
Güven Eken
Fotoğraf: © Cüneyt Oğuztüzün
Canım Oğlum,
Jochen’la ben Eğirdir gölüne galiba 1987 senesinde gitmiştik. Hiç unutamadığım çok özel yerlerden biridir. Zaten çok küçük bir adacık, niye karaya bağlanma gereksinimi duymuşlar ki, ama niye bunu yazıyorum ki, duygusuz ve saygısız ve de çok tembel bir toplumuz, çünkü okumuyoruz. Aptal değiliz, aptallaştırıldık.
Adada, tam göl kıyısında, önünde küçücük bir bahçesi, bahçesinde çardak olan bir ev- pansiyonda konakladık. Ev sahibi 40,45 yaşlarında bir çiftti. Akşam hakikaten çok lezzetli balık yedik. Ertesi sabah, saat 6 gibi, hoperlorün sesi sonuna kadar açılmış bir arabesk şarkıyla yataktan fırladığımızı hatırlıyorum, ama n Neyse, saat 7 gibi aşağı indik, kahvaltı yaparken, komşusu, ev sahibi kadına, o müzik neydi öyle gibilerinden bir şey söyledi. Ev sahibi kadın da, ‘damat hamamdan geldi’ dedi. O zamandan beri, dengesiz neşelenmelere, ben de ‘damat hamamdan geldi’ diyorum.
Hepinizi sevgiyle kucaklıyrom.