Eskiden rüzgârla, toprakla ve yağmurla konuşan insanlar vardı. Elleri nasırlı, yürekleri yumuşak… Taşla taş, ağaçla ağaç, çocukla çocuk olurlardı. Uyku bile ikiye bölmezdi böyle zamanların tekliğini. Geçmişle gelecek arasında bir an, deniz ve kara arasında nehir ve yerle gök arasında ağaç gibi kenetlenmişlerdi hayata. Hal böyle olduğu için gülerken, ağlarken ve isyan ederken; her fırsatta dönerlerdi. Binlerce yıl önceydi, Ege’de, dağlar ve deniz; ağaçları, dereleri ve insanlarıyla birlikte topyekûn zeybek dönmeye başladı. Bir daha hiç durmadılar…
Meydana gelmenin anlamını o gün öğrendim. Ilık bir sonbahar sabahıydı. Köy halkı boş evin ilk güz yağmurlarıyla yeşeren bahçesinde toplanmıştı. Başköşede davul, güm be de güm; can evinde zurna, ağla bre anam, ağla: Bu evde bir asker var. Meydanda zeybek!
Oğuz, yirmi yaşında. Ertesi gün askere gidiyor. Ailesi, yakınları, tüm arkadaşları ve komşuları onu uğurlamak için bir araya gelmiş. Oğuz köyden dışarı adımını attığı anda, bir defne ağacı kadar kudretli olmalı. Her türlü kaza ve belaya karşı ayakta kalmalı. Acıyı hazzın içinden süzmeyi öğrenmeli. Bunun için kısa bir süreliğine bile olsa onu sevenler kendi yazgılarının duvarını yıkıp Oğuz olabilmeli. O sabah, sırasıyla çocuklar, gençler, büyükler, yaşlılar ve nihayetinde Oğuz’un anası meydana geldi. Görünmez bir çemberin etrafında döndü. Yeri ve göğü birbirine bağlayarak ağaç oldu, zeybekleşti; benliği yani ölümü yenerek. O meydanda yeniden meydana gelerek.
“Zeybek, insanın ölümle konuşmasıdır. Ayaklarınla vururken ‘yer bana açıl’ dersin. Ellerini yukarı kaldırır, gökyüzüyle birleşirsin. Bir el doğumunu, öteki batışını gösterir. Zeybek, tuhaf, kendine has bir danstır. Kuralları yoktur. Öğretilmez, öğrenilmez. İçerden geldiği gibi fakat yalnızca çemberin içinde oynanır. O çember, sizi saran evrendir.” Atinalı zeybek araştırmacısı ve yazar Vasso Kyriazakou ile zeybek hakkında yaptığımız sohbet derinleşirken ağzından bu cümleler dökülüyor. Vasso, zeybeği “tek başına oynanan bir erkek dansı” olarak tanımlamasına rağmen her hafta zeybek dönmekten kendini alamıyor: “Biz kadınlara da yakışır aslında fakat artık özünü bozarak oynuyorlar. Zeybek maço bir danstır. Anadolu’da, Aydın’da ilk ortaya çıktığında ağızda bıçakla oynanırdı.”
Vasso’nun sahibi olduğu Atina’daki Poems and Crimes adlı kitapçı akşam saatlerinde sihirli bir değnek dokunmuşçasına müzik evine dönüşüyor. Burada, rebetiko başta olmak üzere Anadolu müziklerinin benzersiz performanslarına şahit olmak mümkün. Elbette zeybek dönen İzmir kökenli Atinalılara da.
“Çocukluluğumda babam Menemen’deki Rum komşularımıza ‘nasılsın’ diye seslendiğinde onlar ‘kalós ya Rabbi şükür’ diye cevap verirdi. Kalós, Rumca’da iyi anlamına gelir. Düşünebiliyor musun? Cümle Rumca başlıyor, Türkçe bitiyor. Böylesi bir birliktelik. Tabii ki iki kültürün dansları da iç içe geçmiştir. 1974’ten önce düğünlerde hep birlikte zeybek dönerdik, Abdal Havası oynardık.” Nilhan Aydınalp, ömrünü Ege zeybek oyunlarını derlemeye ve anlatmaya adamış bir araştırmacı. Pek çok oyunun yitip gitmeden derlenmesini sağlamış.
Zeybek Adabı
Ötme Bülbül Zeybeği, aralarında Nilhan Aydınalp’in de bulunduğu bir ekip tarafından Seferihisar – Orhanlı’da derlenen sıra dışı bir oyun. Ötme Bülbül’ün diğer zeybeklerden farkı bazı figürlerinin omuz omuza oynanması. Oysa pek çok başka zeybek, çemberdekiler birbirine değmeden, el ele tutuşmadan oynanıyor. Zeybekte asıl olan zihin birlikteliği. Bedenlerin uyumu, zihin uyumunun sonucu olarak ortaya çıkıyor.
“Zeybek özel günlerde genç ve orta yaşlılar tarafından birlikte ve bir çember olarak oynanır. Fakat yaşını başını alanlar zeybeği tek başına döner. İnsanın yaşı arttıkça zeybeği tekleşir, özelleşir. Yaşlı kişi ortaya çıktığında herkes kenara çekilir. Çalgıları çalanlar onun havasını bilir ve asla o havadan başka bir şey çalmaz. Örneğin bir efe, ancak tam havasındaysa ve şayet isterse meydana gelir. O ortada zeybek dönerken bir başkasının oynaması ne mümkün?”
Nilhan Aydınalp, zeybek adabını bu sözlerle özetliyor. Bir kişi tek başına zeybek dönerken ikinci kişinin meydana gelmesi Rumlar arasında hakaret düzeyinde saygısızlık kabul ediliyor. Samos Adası’nda iyi zeybek oynamak çocukluktan yetişkinliğe geçişin alameti farikası kabul ediliyor.
“Zeybeğin tüm figürleri kişiye, kişiliğe özeldir. Oynayan, zeybeğin aksak ritmi içerisinde kendini yeniden var etmekte özgürdür. Zeybeğin asla değişmemesi gereken kuralıysa gizli bir çemberin içinde dönerek oynanmasıdır. Zeybek, gösteri amaçlı oynanmaz.”
Atina’da konuştuğum Vasso Kyriazakou’nun bu cümlelerini Nilhan Aydınalp İzmir’de şu sözleriyle destekliyor: “Zeybek seyirciye oynanmaz. Kendine oynanır. Gösterişe kaçan abartılı hareketler, zeybeğin mayasında yoktur. Zeybek, bir duruştur.”
Efe ve Zeybek
“Abi ben zeybek dönerken duygu seline kapılırım. Oynarken kendimden geçerim. Dizlerim kan revan içinde kalır. Zeybeğin içinde acı vardır. Fakat bu, içinde gurur ve sevinç de olan bir acıdır. Zeybek bir düğünde sevinçliyken de oynanır, can verirken de. Bu yüzden farklıdır. Zeybeklik güçsüzün yanında olmaktır, haksızlığa karşı mücadeledir. Bizim için sadece oyun değil, duruştur.” Birkay Karadavut, İzmirli bir genç. Kendisini Ege efe kültürünün bir devamı olarak görüyor. Öyle ki zeybek oynarken giydiği kıyafet için üniforma adını kullanıyor.
Zeybek ve efelik etle tırnak gibi iç içe geçmişse de aynı kavramlar değil. Zeybek, kendine özel ritmiyle oynanan bir Ege dansı, efelik ise yine Ege’de ortaya çıkmış olan yeminli bir isyan hareketi. Bazı araştırmacılara göre ikisinin de başlangıcı Osmanlı dönemine, fakat çoğu araştırmacıya göre binlerce yıl öncesine dayanıyor. Ege’nin efeleri dağlarda yaşıyor ve mazlumları güçlünün zulmünden korumak için silahlı çeteler kuruyor. Bir efeye bağlanarak bu mücadelenin içine girenlereyse önce kızan, zaman içerisinde de zeybek adı veriliyor. Ege’deki pek çok topluluk gibi efe kültürünün parçası olanlar da zeybek dönüyor ve bu dansın günümüze kadar ulaşmasında önemli görev üstleniyor. Efelik ve zeybeğin bu nca yekvücutluğu asla tesadüf değil. Bu buluşmanın kaynağı, ikisinin de mayasında isyan olması: Zulme isyan, haksızlığa, erke isyan!
Ege’de efeliğin yaygın olduğu dönemlerde zalimden alıp mazluma veren çetelerin yanı sıra efelik adı altında yağmacı ve soyguncu çetelerin olduğu da biliniyor. Bu iki duruş arasına keskin bir çizgi çizmekse her zaman mümkün değil. Örneğin, yaşadığı zamanın belki de en ünlü halk kahramanı olan Çakıcı Efe konusunda Pertev Naili Boratav şunları söylüyor: “O, hükümraniyetinin icap ettirdiği bütün siyasetleri şüphesiz ki kullanmıştır; icabında mazlum kimselere de kıydığı, zengin ve eşrafla dostane münasebet tesis ettiği, nihayet, istiman ettiği zamanlarda bir eşraf gibi yaşadığı vakiydi. Fakat şu muhakkak ki, harekatında daima bu ‘mazlum halkın hamiliği’ vasfını tebarüz ettirmeye çalışmış ve halk içinde bu suretle uyandırdığı sempati hissinden istifade etmesini bilmiştir. Köroğlu’nun efsanevi şahsiyeti, bugün bile, henüz efsaneleşmemiş halde Çakıcı’da görülmektedir.” Bazı efelerin hükümet tarafından aranan isyancı konumundan birer ulusal kahramana dönüşmesi, İzmir Antikacılar Derneği Başkanı Cem Üsküp’ün ifadesiyle “şeref ve şan kazanmaları” ise Kurtuluş Savaşı koşullarında gerçekleşiyor. Yörük Ali Efe, Danişmentli İsmail Efe, Gökçen Efe ve Demirci Mehmet Efe Kurtuluş Savaşı içinde yer alan efeler. Modern Türkiye’nin kurulmasıyla pek çok efe sistemle barışarak kendi kendini tasfiye ediyor.
Efe kültürü Türkler gibi Rumlar arasında da yerini bulmuş. Üzerlerinde kısıtlı bilgi bulunsa da Osmanlı döneminde efe kültürünün ritüellerini yerine getiren Rum çetelerin de varlığı biliniyor. Rumların bir kısmı denizde, Türkler dağlarda faaliyet gösteriyor.
Aynadaki Efe
Efe ve takipçileri için en önemli meselelerden biri nasıl göründükleri. Efe, zeybek ve kızanların kıyafetleri günlük hayatta her neye ihtiyaçları varsa onları taşıyacak şekilde gelişmiş. Cem Üsküp efe giyim kuşamını şöyle anlatıyor: “Üzerlerinde otuz civarında aksesuar taşıyorlardı. Bu aksesuarlardan en kalabalık olanı silah aksamı. Fakat bir efenin taşıdığı silah kadar görüntüsü de önemli. Bu yüzden, bel hizasındaki ‘küçüklüğün’ içinde taşınan önemli eşya arasında ustura ve bıyık tarağı da var. Yukarıdan aşağı doğru efe kıyafeti süslemeli bir fes, cepken ve camadan (kollu yelek), don (potur), tozluk ve yemeniden (çarık) oluşuyor. 1915’ten sonra alt bacağı saran tozluk ve yemeninin yerine çizme geçiyor. Kol üzerine yerleştirilen ‘pazu bendi’ efeyi koruyan bir muska içeriyor. Müzik, dağdaki yaşamın temel parçası ve kimi zeybekler kol arasına sığacak kadar küçük bir cura taşıyor. Giyim kuşamın en gösterişli parçası köstek, sallama ve püskül. Zeybek giyim kuşamının adabı gereği, hiçbir zeybek veya kızanın, efesinden daha gösterişli giyinmemesi gerekiyor.”
Zeybek Yemini
Tanyeri ağarmak üzereydi. Zeybekler ve efe, dağın yolunu tuttu. Her biri yatağanlarını (uzun bıçak) kuşanmış, isyanlarını kutsayan her ne eşya varsa yanına almıştı. Bu sabah tan, zeybek yeminiyle ağaracak ve kızan Mehmet zeybekliğe terfi edecekti. Çete, dağdaki en yaşlı defne ağacının etrafında çember oldu. Diz çökerek yüzünü defneye döndü. Yalnızca Mehmet ayaktaydı. Yatağanını çıkardı, üç kez öptü ve o da efesinin önünde diz çöktü. Efe sordu, Mehmet ve diğer tüm zeybekler yanıt verdi.
– Yiğit kime derler?
– Sözünde durana.
– İnsan bu dünyaya niçin gelir?
– Ölmek için.
– Şeytana inanır mısın?
– Yardımcımızdır!
İkrar sona erdiğinde efe doğruldu ve ağacın bedeninden güç alırcasına yaşlı defnenin yanına dikildi. Zeybekleri etrafında pervane oldu. Efe, Mehmet’in yatağanını koca defneye sapladı. Bir, iki, üç… Yedi. Mehmet tam yedi kez eğilerek defneye saplanan yatağanın altından geçti. Efesine sadık kalacağına yemin etti. Diğer zeybekler de öyle yaptı. Efe, yeminini tamamlayan Mehmet’e uzandı ve alnından öptü. Defne ağacının tohumlarını da tüfeğine sürdü. Eliyle ağacın gövdesindeki yatağana uzandı ve Mehmet’e teslim etti. Tan ağarırken kızan olarak uyanan Mehmet artık bir zeybekti.
Sürgündeki Zeibekiko
İzmir’den gelen göçmenler için Atina’da “oradan çıktığında Rum, buraya geldiğinde Türk” denirmiş. Atina, Rumca tabiriyle Küçük Asya, Anadolu Rumlarının sürgününden sonra öylesine değişmiş ki şehrin içine bir İzmir sinmiş. Zeibekiko yani zeybek dansı ve rebetiko müziği de yüz yıl önce İzmir’den Atina’ya göç etmiş ve Yunanistan’ın önemli parçası olmuş. “Zeibekiko kültürüne Pire ve Nikea bölgesinde büyük önem verilir. Zeibekiko’nun devam etmesi için kurulmuş iki mahalli dernek gençlerin bu oyunu öğrenmesi için kurslar düzenliyor. Biz kendimizi hâlâ Küçük Asyalı kabul ederiz. Kültürümüzün burada da olsa yaşaması önemli. Benim memleketim İzmir değil, Kayseri. Biz zeybek dönmeyiz. Fakat İzmir için zeybeğin önemini biliyorum.” Pire Kokkinia Kilisesi’nin papazı Tasos Kaitazoglou’nun ailesi Atina’ya Kayseri Talas’tan göç etmiş. Akrabaları üç kuşaktır Pire’deki Küçük Asya kökenli diğer Rumlarla birlikte yaşadığı için Anadolu’nun hemen her yöresi hakkında görgüye sahip.
Zeibekiko ve rebetiko Atina’da uzun süre yeraltı kültürü olarak yaşamış. Anadolu’dan gelen Rumların Pire bölgesindeki eğlenceleri uzunca bir süre Yunan hükümeti tarafından yasaklanmış ve gizlice sürdürülmüş. Bu durum her ikisinin de ününün artmasına neden olmuş ve zaman içinde rebetiko ve zeibekiko önem kazanmış. “Zeibekiko Atina’da yüz yılı aşkın süredir bağlama ve cura eşliğinde oynanıyor. Kökeni Küçük Asya, İzmir. Bizim bağlama dediğimiz saz Anadolu’dakinden farklıdır. Rebetikoda kullanılan bağlama, curanın da küçüğü olan çok ufak bir sazdır. Sazın büyüklüğü, kol hizasında taşınabilecek kadar ufalmıştır. Bunun nedeni kolluk kuvvetlerinin baskını olduğunda kolayca kaçabilmektir.” Pire’deki cura ve bağlama yapım ustalarından George Zafirithis’ten rebetikoda kullanılan bağlamanın, Anadolu’daki Türk efelerinin eşyası arasında yer alan küçük curaya denk olduğunu öğreniyoruz. Belli ki zeybeğin kökeninde hangi coğrafyada ve hangi topluluk tarafından oynanırsa oynansın, erkle barışamayan karışıcı bir duruş var.
Dokuz iki, dokuz dört, dokuz sekiz
Zeybek havaları üzerine sohbet ettiğim müzikolog Cenk Güray zeybeğin müzikal altyapısının neden sıra dışı olduğunu anlatıyor. “Dokuz iki, dokuz dört, dokuz sekiz. Zeybek müziği, bu aksak ritimlerin tamamını kullanır. Dokuz iki, tek başına oynanan ağır zeybeğin ritmidir ve eşsizdir. Dünyanın başka yerlerinde pek görülmez ve bir davul iki zurnayla oynanır. Dokuz dört ve dokuz sekizlik zeybek havaları daha hızlıdır ve ritim hızlandıkça içine keman, kanun, cura gibi ince sazlar da girer. Zeybeğin ikinci ayrıcı özelliği kullandığı makamların genişliğidir. Hem ritmik hem de makamsal açıdan bu kadar çeşitlilik gösteren pek az başka müzik bulabilirsiniz. Zeybek müziği bulunduğu tüm coğrafyalarda otoriteye karşı duruşla kendini ifade etmektedir.”
“Kalmadı evladım kalmadı, bir benim oğlan, bir de birkaç komşu. Şu zurnayı öttüren bir ben mi kalmışım yahu? Eyvah!” Tepecikli Seyfettin Sezer, İzmir kısa zurnasını ve zeybek havalarını eksiksiz çalabilen son ustalardan. “En iyisi zeytin ağacından yapılır. Zurnanın İzmirlisi kısa olur. Muğla zurnası gibi uzun olmaz. Bergama klarneti hiç değildir. Eskiden düğünler üç gün üç gece sürerdi. Davul zurna hiç susmazdı. Köyün bir tarafında biz, öteki tarafında başka arkadaşlar. Gelenleri iki kapıdan karşılardık. İki! Şimdi ‘bir davul bir zurna yeter’ diyorlar, biz de gidiyoruz. Fakat olmaz. Bu zeybek havaları en az iki zurna, bir de davul ister. Şimdi herkes yemek istiyor. Bilmiyorlar be oğlum. Şifa yemekten değil, yedirmekten gelir!”
Atina’da rebetiko söylenen bir yere gittiğinizde İzmir köylerinde çalınan zeybeklerin epeyce bir kısmını Rumca dilde dinleyebilirsiniz. Fakat biraz dikkatliyseniz, bunca benzerliğin yanında büyük bir farka şahitlik edersiniz. Zeybek bugün Anadolu’da neredeyse sadece davul zurnayla, Yunanistan’da ise yalnızca ince sazla çalınır. Davul zurnayla ince sazın birbirinden nasıl olup da ayrı düştüğünü Cenk Güray’dan öğrendim: “Rumların Anadolu’dan Yunanistan’a göçüyle birlikte genellikle gayrimüslimlerden oluşan ince saz ustaları azaldı ve ister istemez Anadolu zeybeğinde davul zurna ön plana geçti. Zeybeğin Atina’ya taşınmasıysa bir ince saz müziği olarak gerçekleşti. Fakat Anadolu zeybeğinde halen daha ince sazın arandığı bölgeler vardır. Örneğin Muğla’da keman, zeybek müziğinin önemli bir parçasıdır. Zeybek aynı zamanda İzmir’de doğup Atina’da gelişen rebetikonun da temel kaynaklarından biridir. Yirminci yüzyılın ortaları itibarıyla rebetikoda buzuki de kullanılmaya başlanmıştır. Anadolu bağlaması da yine aynı dönemde, Türkiye Ege’sinde çalınan zeybeğin içine girmiştir. Aslında zeybeğin kadim formlarında her ikisini de görmüyoruz.”
Kadın Zeybekler
Zeybek literatürde ağırlıklı olarak erkek oyunu olarak bilinse de Ege kırsalında kadınların da dahil olduğu bir kültür olarak varlığını koruyor. İzmir’in Kavakdere Köyü’nde yaşayan Zühre Çevre, köyün oyun kurucusu olarak biliniyor ve İzmir kadın zeybeğini tüm figürleriyle yaşatmaya devam ediyor. Kadınlar zeybeği tıpkı erkeklerde olduğu gibi yaşları ilerleyince tek başına oynamaya başlıyor. Zühre Çevre, tek başına zeybek dönen çok az sayıdaki kadın kaynak kişiden biri. Daha genç yaştaki kadınlar, Kastamonu kökenli olduğu düşünülmekle birlikte Ege’de çok sevilen Sepetçioğlu oyunuyla meydana dahil oluyor. Sepetçioğlu figürleri, Yunanistan’da oynanan abdaliko ile benzerlik gösteriyor.
Zeybeğe Durmak
Dikkatle bakarsanız zeybeğin içinde acıyı ve hazzı et ve tırnak gibi birbirine bağlayan bir harç olduğunu görürsünüz. Zeybek, tıpkı bir ağacın hem göğe hem de toprağa sımsıkı bağlanması gibi acıya ve hazza sarsılmaz şekilde bağlanır. Bir yandan yer ve gök arasında gidip gelirken diğer yandan sonu olmayan bir evrenin içinde dönüp durur. Kendini yeryüzündeki varlıklardan herhangi biri haline getirir ve her dönüşünde silbaştan meydana gelir. Evren ve insan arasındaki sonsuz uyuma kol kanat gerer. Kuralcı erkin, teninde, zihninde ve vicdanında açtığı yaraları teker teker onarır. İnsan zeybek meydanına tek kişi olarak gelir, tüm evren olarak çıkar.
Bu nedenle evrenin içinde ne kadar zıt gibi görünen şey varsa zeybeğin bedeninde buluşabilir. Korku ve cesaret, ölüm ve yaşam, acı ve haz gibi. Zeybek oyununun figürleri tekil canlıları tasvir etmekten çok tüm canlı ve cansız varlıklar arasında benzerliklere ayna tutmaktadır. İnsan bedeninin ayak ve eller arasında bir ağaç, bir kartal veya bir nehrin gövdesine dönüştüğü haline, “zeybeğe durmak” denir.
Zeybeğin ölümle olan barışıklığı belki de bu oyunun en ayırt edici özelliğidir. Vasso Kyriazakou’nun değindiği gibi zeybek ölümle konuşmak ve hatta onun yerine konuşmaktır.
Ötme bülbül ötme mezarımın başında
Sen gül dalında hem de eşin yanında
Bense toprak altında
Ötme bülbül ötme mezarımın başında.
İzmir’in Ötme Bülbül Zeybeği, ölümün ağzından konuşan zeybeklerden biridir.
Savaşa İsyan
O sabah Pire – Kokkinia sokaklarında gezerken küçük pencereli, hapishaneyi andıran binalar gördüm. Zaman zaman pencereden ürkekçe dışarı bakan çocuklar Arapça konuşuyordu. Suriye’den gelmişlerdi. Aynı günün akşamında Papaz Tasos ile kilisenin önünde sohbet ederken bana o binaları işaret etti. “Bunlar büyük ninelerim ve dedelerim Küçük Asya’dan sürgün edildiklerinde yapılmış. Benim atalarım uzun süre bu binalarda yaşamış. Küçük Asya felaketiyle çok yokluk çekmişler. Anadolu’dan sonra buraya uyum sağlayamamış, her yerin yabancısı olmuşlar. Bugün aynı binalarda Suriyeli, Ermeni ve Arnavut mülteciler yaşıyor. Binaların bile bir kaderi var.” Savaşların halklar birbirine düşman olduğu için değil de bir avuç insan daha da güçlensin diye yapıldığını Kokkinia sokaklarından daha iyi ispatlayan ikinci bir coğrafya olabilir mi? Zamanlar başka, insanlar başka, sebepler başka; oyun ve sahne aynı.
Her şeye rağmen Ege’nin iki yakasına savrulmuş Anadolu halkları bir zeybek meydanı açıldığında birbiriyle buluşmaya devam eder. Gövdeleriyle olmasa bile kökleriyle. Çoğu zaman hiç farkında olmadan. Birbirini tanımadan. Çünkü savaşlar halkları, şehirleri ve dostlukları yerle yeksan etse de tuhaf şekilde Ege’de nihai hedefini ıskalamıştır: İnsanın kendi içindeki barışı yok etmeyi başaramamıştır.
Kurtuluş Savaşı’na katılan efeler ve onların takipçileri cumhuriyetin başlangıcından beri resmi 9 Eylül törenlerinin önemli parçası olmuş. 1948 yılından bu yana ise İzmir Kemeraltı’nın eski esnaflarından Şeref Üsküp’ün girişimiyle bir başka tören daha gerçekleşiyor. Resmi törenin ardından tüm efeler ve efe gönüllüler Kemeraltı’nın tarihi Beyler Sokağı’nda buluşuyor. Kemeraltı esnafı da buraya geliyor. Elbette davul ve zurnalar da. Sokağın ortasına bir de gramofon kuruluyor. Davul vuruyor, zurna sokakları inletiyor. Derken sıra ince saza geliyor. Davul zurna susuyor. Gramofon çalıyor. Yüz yıl önce bu sokaklarda söylenen zeibekikolar yeniden canlanıyor. Taş plak ve İzmir’in efeleri aynı anda zeibekiko dönüyor. Türkülerin Rum, efelerin Türk haliyle. İnsanın barış haliyle.
Zeybeğin Dönüşü
Bu satırları yazarken kış geçti, bahar geldi. Oğuz gideli neredeyse dört ay oldu. Zeytin ağaçları, kınalı dağın keçileri, Temesealtı’nın bademleri… Kardeşi, babası, anası ve tüm sevenleri öylece durmuş, onu bekliyor. O döndüğünde tüm vadi yeniden meydana gelecek. Davul vuracak, zurna ötecek. Herkes ve her şey zeybek dönecek. Daha da hiç durmayacak.
Zeybek, insanın bütün zıtlıkları bir bedende birleştirdiği ve her zerresiyle tüm kurallara karşı durduğu bir haldir. Ege’nin savaşa karşı başlattığı binlerce bir yıllık isyandır. Hâlâ sürmektedir. Dağlar ve denizler şahit. Oğuz’lar şahit.
Yazı: Güven Eken
Fotoğraflar: Mahmut Koyaş
Bu yazı Magma Dergisi’nin Mart 2016 sayısında yayınlanmıştır.
Henüz hiç yorum yapılmamış