Yaklaşık 5 yıl önceye kadar kendimi ‘’doğasever’’ olarak tanırdım. Hani sanki doğanın onu sevmeme çok ihtiyacı varmış gibi. Kendimi doğadan ayrı tutmak öğretilmişti, parçası olduğuma karar vermişim nihayetinde.
Sonra doğaya daha yakın olacağımı hissederek bir köyde yaşıyor buldum kendimi, doğaseverim, parçasıyım, kuşları da seviyorum üstelik bu da doğaya geçtiğim diğer kıyak. (!)
Tabi ben özümü bulmaya çalışmıyorum hiç, zaman dönüyor, özümde kendine dönmeye başladı sanıyorum. Birisi ölüyor, üzüntüm eskisine göre azalmış mesela, biliyorum ki toprağa karışacak sonra, belki bahçeye diktiğim kadife çiçeğinden salınan kokuyla nefesime karışacak, sonra gözlerimden bir damla yaş olup akacak, nehirlerle yağmura karışacak. Elbet böyle olmalı.
Bunların üzerine düşünmüyorum çok, anı yaşamaya çalışırken, anlık bir olay böyle hissetmemi sağlıyor. Zaman ve mekân olmadan. Şu an oturmuş size bu yazıyı yazıyorum ama sonra kelaynak kuşunun kanadındaki tüy olup göç yoluna düşeceğim.
Bozburun’a giderken bu yaz anda kaybolmak istiyordum, zihnimi o kadar zorluyordum ki başka bir şey düşünmemek, sırf o anı yaşamak için. O gün makineler de yardım ediyor bana, telefonum çekmiyor, internet yok. Bir nebze daha az kirleniyor zihnim.
Boz dağların arasından geçiyoruz, koskocaman kayalar. İsmini hak eden bir köye doğru yol alıyoruz, Taşlıca.
Serçe limanına inmeden sola dönüyoruz. Tabi ki o ünlü limanı da göreceğiz, madem buraya kadar geldik. Ama önce köye çıkalım, çay içelim.
Bir meydana varıyoruz. Bakıyoruz mahalle aralarında yerli sığırlar özgürce dolaşıyor. Şaşıp kalıyoruz, başlarında bir çoban yok. Mahalleli kolluyor, ‘’Arabayı oraya park etme evladım, hayvanlar gelir orada dinlenir.’’
Kısa bir yürüyüş yapıyoruz, evlerin bahçelerinde neler oluyor görmek pek mümkün değil, özel alanlarını korumak istiyorlar sanırım, yüksekçe duvarları var. İsmi Taşlıca olunca eski evleri de taştan tabi.
Önceden yine bir ziyaretimiz olmuştu buraya, dostlarımız var. Gülsüm ablayı görelim istiyoruz. Varıyoruz kapısına. Bahçe kapısı açık, içerde bir hareketlilik. Komşu kadınlar toplanmış önlerinde bir yığın kuru ot, uğraşıyorlar, sohbete başlıyoruz, anlatıyor: ‘’Kızım buna ‘mördümük’ deriz, arpa ile beraber ekeriz, hayvan yemi olarak ta kullanırız, eskiden yemeğini çok yapardık pek lezzetli olurdu.’’
Diğeri devam ediyor ‘’Bu da Gambille, duydun mu hiç, bezelyeye benzer dadı birazda nohuda. Gelin geldiğimde çok pişirdim ben bunu, gaynanam çok severdi, yazın çok gurur buralar, hayvan otlayamaz bizde bunu yediririz, bizim Sarı Ömer bayılır dadına’’. Birbirlerine bakıp gülüşüyorlar gizlice, belki de bir sohbet var aralarında, sormuyorum sebebini.
‘’Nasıl biçersiniz Gülsüm abla bunları?’’
‘’Kızım nasıl olcek, güldürdün beni, orakla dabi.’’
Bizimkilerle göz göze geliyoruz o an. Başka neyle olacaktı.
Anlatmaya devam ediyor.
‘’Orakla keser, tarlaya sereriz, guruturuz, ot galmayınca hayvanlara veririz.’’
‘’Nerede yetiştiriyorsunuz peki?’’
‘’Horatalarda.’’
Önceden duymuştuk bu ismi, tarım yaptıkları teraslara ‘’horata’’ diyorlar. Bizim köyde zeytin su tutsun diye çağıl yaparlar, onun gibi diye düşündüm, aslında tam da öyle değil. Helenistik dönemden kalan teraslar bunlar ve hala aynı yerlere ekmeye devam ediyorlar.
Sonra nasıl çalıştıklarını izliyorum, ne kadar çok eğleniyorlar, sanki mecbur oldukları gündelik işleri gibi değil yaptıkları, eğlence gibi. Kimse yorulmak bilmiyor, atışıp duruyorlar birbirleriyle, kendi eğlenme biçimlerimi hatırlıyorum bir an, belki büyük büyük ziyafet masaları kurulur ya da belki bir film izlemek için sinemaya gider eğlenceyi satın alırım. Onlar da gerekiyor belki, ama daha iyisi neden olmasın?
Böyle düşüncelerde gezinirken onun geldiğini görüyorum, selamlaşıyoruz, bizi izliyor bir süre. Yaşı epeyce ama gücü kuvveti yerinde, belli, ağır atıyor adımlarını, daha hızlı atar istese, ama bir telaşı yok ya da böyle seviyor belki. Başımı indirip fotoğraf çekmeye devam ediyorum. Arkadaşlarım sohbette. Gür sesiyle bağırıyor ilk önce, bizimkilerin kahkahadan pek duyuramıyor, bense bu özel anı daha çok fotoğraflamaya uğraşırken bu sefer sesinden irkiliyorum.
‘’Heyy, Gülsüm naparsınız?’’
‘’Görmezmisin ana, ne gızdın gene?’’
‘’Bunlar kim?’’ diyor bizi işaret edip gözleriyle.
‘’He onlar mı yabancı değil bizim doğacılar’’
‘’Kim?’’.
Duymuyor herhalde diye düşünüyorum, bir de sanki bir şeylere kızmış gibi, bağırarak konuşuyor hep.
‘’Doğacılar ana, doğacılar’’
‘’Doğacı mı, ‘Doğa’ ne?’’
Hayatımda ilk defa böyle bir soru işitiyorum.
‘’Ana iyi çocuklar bunlar, böyle eski şeyleri merak ediyorlar, gezmeye gelmişler köye. Doğayı seviyorlarmış.’’
‘’Doğa neymiş?’’ diyor tekrar.
Bu sefer ses çıkarmıyor kimse. İşine devam ediyor kadınlar.
Belki sayfa sayfa makaleler yazdık hakkında, çok da araştırdık, çok konuştuk masa etrafında, üzerine de düşündük ya hani. Doğanın bir parçasıyız dedik sonunda, bazen çevre demek istedik, işimize öyle geldi, doğayı koruyalım dedik, şehrin koşuşturmacasından çok sıkılıp bu hafta sonu doğaya gidelim dedik, neresiyse orası.
Oysa onun içinde öyle bir ayrım yok, doğa diye bir kelime duymamış hiç, ona göre kendinden ayrı bir şey değil ki, o da doğa. Doğa deyince aklıma gelen bir kelebekten, kurbağadan, bir ağaçtan kendini ayrı tutmadığından böyle bir isme de ihtiyaç duymuyor.
Gidelim diyoruz, gelinlik sandıklarından çıkardıkları günkü gibi hala aynı kalmalarını sağladıkları tohumlarından hediye ediyorlar.
Sarılarak kucaklaşıyoruz, hareketleri de sesi gibi sert, sıkıca sarılıyor var gücüyle.
‘’Hadi çocuğum git güle güle.’’
Genlerimizde hala saklı olan, doğanın kodlarıyla hareket edebildiğimiz günlere dönebilmek dileğiyle.
Unutma!
Doğa sensin!
Yazı: Burçin Feran
Henüz hiç yorum yapılmamış