Plaza inşaatındaki asansörle düşen, Anadolu insanı ve onun koruduğu Anadolu doğasıydı.
Tahir Kara 1 Eylül 2014’te kendi Facebook sayfasında şöyle bir not yayınladı: “İstanbul’a taşındım.” Tahir o zamana kadar Gümüşhane’de Şiran’ın Yeşilbük Beldesi, Konaklı Mahallesi’nde yaşıyordu.
Tahir’in memleketi Şiran, Gümüşhane’nin çok eski yerleşim yerlerinden biri. 1.400 metre yükseklikteki ilçe Karadeniz ve Doğu Anadolu’nun geçiş bölgesinde. Şiran’ın büyük kısmı uçsuz bucaksız meralarla kaplı. Buralarda yüzlerce yıl boyunca kır keçisi, koyun ve yerli inek ırkları bakılmış. Derelerin özgürce aktığı vadi tabanlarındaysa eşsiz lezzette şeker fasulyesi ve kuşburnu yetişiyor. Mübadele yıllarına kadar bölgede Müslüman ve Hıristiyan nüfus birlikte yaşamış, sonraları bu çeşitlilik azalmış.
İlçenin nüfusu 1960’lardan bu yana hızla azalıyor. Şiran’da 1960’larda 28 bini kırsal alanda, iki biniyse ilçe merkezinde olmak üzere yaklaşık 30 bin kişi yaşıyormuş. Bu sayı bu gün 17 bine kadar düşmüş. Bunun 8 bini ilçe merkezinde, 9 biniyse kırsal alanda. Şiran kırsalının nüfusu son 50 yılda en az 20 bin kişi eksilmiş.
Yirmi beş yaşındaki Tahir, Anadolu’dan İstanbul’a göçen milyonlardan yalnızca biri. Göç etmesinin nedeni geçim sıkıntısı. Onun hikâyesi bugün büyük şehirlere istiflenen Anadolu’nun hikâyesi. Tahir hepimizin ortak kıssası, Anadolu ise Türkiye’nin sümen altı edilmiş hissesi.
*
Aslında Anadolu’da uzun zamandır iki ayrı zaman birbirine paralel yaşanıyor. Biri insan Anadolu’ya adım attığı günden bu yana suya ve toprağa karışan, köyler kuran, zeybek dönen kadın zamanı, döngüsel zaman; diğeriyse merkeze, devletlere, imparatorluk ve dev holdinglere yol veren erkek zamanı, çizgisel zaman. Bir yanda Tahir’in doğduğu Şiran’daki kadim yaşamı yeşerten zaman, öte yanda Tahir’i köyünden İstanbul’a taşıyan.
Bugün hem Anadolu hem de gezegenin her bir karışı, bu iki zaman arasında eşi görülmemiş bir göçe şahitlik ediyor. Toplumun, doğanın ve insanın doğasıyla birlikte evrilen kırsal halklar, ürpertici bir hızla büyük merkezlere, tabii standart temelli toplumlara dönüşüyor. Yakın bir tarihe kadar kırsal nüfus şehir nüfusundan çok daha fazlayken bu oran gezegen tarihinde ilk kez 2010 yılında eşitlendi. Bugünse dünya insanlarının çoğu şehirlerde yaşıyor. Dev şehirler daha da büyüdükçe doğa küçülüyor. Sanmayın ki böyle olunca küçülen yalnızca dağlardan denizlere savrulan insansız doğa. Yitip giden aynı zamanda damarlarımızda akan, içimizdeki doğa.
Merkez, doğanın kültürünü taşıyan tüm insanlar ve diğer tüm canlıları (ayırt etmeden) öğüten ve metropollere taşıyan bir dişli gibi çalışıyor. Gelin bu dişlinin doğadaki tüm canlıları, Tahir Kara’yı ve milyonlarca başka insanı öğüten kol ve ayaklarını mercek altına alalım. Sonra onun arkasındaki düşünceleri okuyalım. Yer: Anadolu. Zaman: Erkekler zamanı.
*
Köprübaşı HES, Tahir’in memleketi Şiran’daki hidroelektrik santrallerden yalnızca biri. İlçenin Sinanlı Köyü’nde kurulan HES’i köy muhtarı Süleyman Aydöner şöyle anlatıyor: “Şu anda köyümüzün bütün su kanalları kapanmış durumda. Halkımız kovalarla dereden sırtlarında su taşıyarak mahsulünü sulamakta. Öte yandan arazi yollarının tamamı kapanmış durumda olup köy halkı ciddi sıkıntılar içinde. Köyümüzün bu ve buna benzer sıkıntıları devam ederse Sinanlı sakinleri olarak bizler mahsullerimizin susuz kalmasından ve arazi yollarının kapalı olmasından dolayı bölgeye yapılan HES’lere savaş açacağız.” Muhtar, köydeki yaşamlarına açılmış çok daha büyük bir kültür savaşının içinde olduğundan habersiz elbette.
Köprübaşı HES’in kurulu gücü 15 Megavat, üretmesi beklenen enerji miktarıysa bundan çok daha düşük. Bu enerji, nakil hatlarıyla yüzlerce kilometre taşınacak ve büyük şehirlerdeki iş ve eğlence yerlerinin ihtiyacını karşılayacak. Köprübaşı HES’in bir yılda ürettiği enerji yalnızca tek bir gökdelenin elektrik ihtiyacına yetecek. Köylüler HES’in yapılacağı yerdeki topraklarını neredeyse hiçbir bedel almadan, zorunlu istimlak yoluyla kaybederken HES ve diğer santraller sayesinde ayakta durabilen bir gökdelenin metrekaresi 5 bin 200 dolara satılacak. Gümüşhane Şiran ve tüm Anadolu’daki doğanın yıkımı sonucunda İstanbul’da 160 metrelik bir gökdelen yükselecek. Binlerce yıllık kökleriyle Anadolu’ya bağlı insanlarsa bir eylül sabahı şehre göçecek. Ekmek parası için o gökdelenin inşaatında çalışacak. Şiranlı Tahir gibi.
Ya göçemeyenler? Şiran’ın derelerinde yaşayan balıklar, o vadiyi yuva seçmiş kuşlar, ağaçlar, köyün yaşlıları, yetimleri ne yapacak? Kadınlar kuşaktan kuşağa taşıdıkları tohumları nasıl çoğaltacak? Köy, kurallarını hiç bilmediği bu savaşın içinden nasıl geçecek?
Bu dağlarda artık zamanın miladı değişti Tahir. Çağ ikiye ayrıldı. HES’ten önce, HES’ten sonra. HES, İstanbul semalarında pırıldayan bir beton kuleyi aydınlatırken gökdelenin gölgesi Anadolu derelerindeki yaşamı sessizce perdeliyor. Şiran yaylarında otlayan keçiler ve onları otlatan çobanlar birer ikişer eksiliyor. Bereketli dağlarda kaval sesi yerine yüksek gerilim hatlarının iniltisi işitiliyor. Dağ kafese girdi… Üzerinde bir levha: Dikkat ölüm tehlikesi!
Ölüm tehlikesi bu dağlarda kalsa neyse. Dalları ıssız vadilere, dağlara ve ormanlara karışan bu yeni yaşam biçimi, kökleriyle tüm şehirlere uzanıyor. Bir eliyle kırdaki doğayı insansızlaştırırken diğeriyle şehrin insanını doğasızlaştırıyor. İnsansız doğa, doğasız insan. Doğanın mutlak tasfiyesi.
İnsan, doğasından resmi eğitim bahanesiyle koparılıyor ve merkezin işine yarayan bir makine parçasına dönüşüyor. Eğitim, vicdan ve bedeni hayatlarımızdan tecrit ederek insan olmayı tekil akılla özdeşleştiriyor. Akılcılık öyle boyutlara ulaşıyor ki onun uğruna insanların doğayı ve birbirini katli ve hatta savaşlar meşru hale geliyor. Sistem doğayı yok etmeye önce içimizden başlıyor. Derelerin, ormanların ve denizlerin yok edilişiyse insanın içindeki devrik doğanın aynası sadece. Yoksa Dicle’nin dinamitle patlatılmasına ve Hasankeyf’in önüne duvar örülmesine hangimizin vicdanı razı gelebilir?
Tüm bu karmaşanın içinde yazık ki göremiyoruz: Yok ettiğimiz doğa aslında biziz. Doğayı öğüterek elde edilen konfor kendisine dönerek şehrin tecrit edilmiş bedenlerini can evinden vuruyor. Toprak anayı zehirlediğimiz için orada yetişen gıdalar kanser saçıyor. Gezegen pislendikçe musluğumuzdan akan su ve soluduğumuz hava da kirleniyor. İklimi değiştirdiğimiz için klimalar artık hiç susmuyor. Binlerce canlının nesli insan eliyle tükeniyor ama masum çocukların canına kast eden savaşlar da çoğalıyor.
Vaziyete bir de Tahir’in gözünden bakalım. O, doğduğu yerde doyamadı. Şiran’ın bereketli vadilerini yeşertmek yerine o vadideki yaşam enerjisini HES yapıp şehre taşıdığımız için o da peşi sıra İstanbul’a geldi. Abisinin çalıştığı 160 metrelik bir gökdelen inşaatında hemen iş buldu. Facebook’a İstanbul’a taşındım diye yazarken bir hafta içinde devlet tarafından şehit ilan edileceğini elbette bilmiyordu. Yazık ki öyle oldu. Tahir’in çalıştığı gökdelenin asansörü o içindeyken dibe çakıldı. Gökdelendeki evlerse bugün hâlâ metrekaresi 5 bin 200 dolardan satılmaya devam ediyor.
*
Tahir asansörde yalnız değildi. Küçük kardeşi ve sekiz arkadaşı daha oradaydı. Her biri memleketlerinde yaşanan yıkımdan dolayı iş bulamamış ve birkaç yıl önce İstanbul’a gelmişti. Tunceli, Bursa, Sivas, Giresun, tüm Anadolu… O asansörle dibe çakıldı. Bir gökdelen için on can, bir İstanbul için tüm Anadolu.
Türkiye’ye biraz uzaktan bakarsanız Anadolu kırsalının İstanbul’a ve diğer metropollere dönüşümünü kolayca izleyebilirsiniz. Şiran ve yüzlerce başka ilçenin kırsalı çeşitli yatırımlarla boşaltılırken İstanbul ve diğer büyükşehirler tüm kaynakları kendine toplayarak büyüyor.
Son on yılda Anadolu dağları ve vadilerinin büyük kısmı şirketler tarafından parsellendi. Buralarda kurulan maden ocakları dağı taşı öğüterek şehirlere ham madde gönderiyor. HES’ler dereleri kurutuyor, termik santraller kömür yakıyor, nükleer santral projeleri can güvenliğini tehlikeye sokuyor. Ne çare!
Bu yatırımların her biri ayrı gözükse de hepsi tek amaca hizmet etmek için var. Büyük şehirlerin bitmez tükenmez açlığını doyurmak. Öyle ki on binlerce maden ocağı ve binlerce HES Anadolu’nun dağlarını kanser gibi sarmış durumda.
Tarım da artık alın teri ve el emeğiyle yapılmıyor. Dev tarlaları işleyen makineler, ithal tohumlardan üretilen suya aç bitkileri, kâh yerin yüzlerce metre altındaki suları çekerek, kâh barajlar kurarak büyütüyor. Bitkilerin tohumları, traktörün mazotu, kullanılan yapay gübre ve ilaçlar… Hepsi ithal. Tarım öyle bir hale geldi ki, Anadolu’nun en ücra yerlerindeki çiftçilerin bile en büyük kâr ortağı çokuluslu şirketler. Kendi toprağını zehirleyen ve her yıl katlanarak büyüyen girdi maliyetini karşılayamayan milyonlarca üretici bu sistemden zarar görüyor. Sağlığı pahasına bu zehirli ürünleri kullanan ve çocuklarına yediren milyonlarca tüketici de aynı düzenin kurbanı. Peki bu tuhaf düzenin kazananı kim? Bu işten kazançlı çıkanlar, dünya tarım sanayiinin sahibi bir avuç patron. Onlar Anadolu’da ve dünyanın her yerinde küçük üreticiyi batırarak kendi büyük tarım şirketlerinin temellerini atıyor. Sağlıklı ve küçük ölçekli tarıma karşı açılan bu savaşla kırsal alanın üretici insanları şehre göçerek birer tüketiciye dönüşüyor. Böylelikle HES’ler ve diğer yıkıcı yatırımlar boşalan kırsal alanda çok daha kolay yapılabiliyor.
Anlayacağınız doğayı tehdit eden ne varsa aynı kadere hizmet ediyor. Şöyle de diyebiliriz. Resmi eğitimden başlamak üzere maden ocakları, enerji santralleri, GDO’lu tohumlar, duble yollar, barajlar, sulama projeleri aslında aynı dev projenin sacayakları. Amacı kırsal alanı insandan arındırarak kendine hammadde yaratmak ve şehirdeki insanın içindeki doğayı yok ederek tek tipleşmiş yığınlar yaratmak olan bir dev proje.
Hal böyle olunca kırsaldaki binlerce projenin düğümlendiği, kırsaldan göçen insanlara gelecek vaat eden bir de büyük merkez kurulmalı. Yeni Türkiye’de bu görevi üstlenen merkezin adı: İstanbul. Üçüncü havalimanı, Kanal İstanbul, yeni köprü ve çevreyolları, sayısız rezidans ve AVM, işte tam da bunun için devreye giriyor. Öyle ya Anadolu’dan silinen kadim kültürün yerine yeni bir şey koymanız gerek. Gökdelenleri, alışveriş merkezleri ve laleleriyle dünyanın gözlerini kamaştıran “Yeni İstanbul”.
İstanbul’un doğasını yok eden tüm projeleri, kuzey ormanlarını kesen çevreyollarını, hepsini bir bütün olarak görmek lazım. Bunlar sadece birbiriyle değil, Anadolu’daki diğer projelerle de bir bütün. İstanbul buzdağının görünen yüzüyse Anadolu’daki yıkım onun sudaki kökleri. Şöyle de denebilir. Anadolu’daki yıkımı durdurmadan, tek başına İstanbul’u savunmak pek mümkün değil.
Ne tuhaftır ki bu karanlık tablonun dağılması için en büyük umut ışığı, tam da bu hikâyenin merkezinden, İstanbul’dan doğdu. Gezi Direnişi insanlığın gördüğü en merkezsiz, ideolojisiz ve barışçıl direniş olarak tarihe geçti. Tuhaf bir şey olmuş, on binlerce yıllık merkezsiz Anadolu kültürü İstanbul’da küçük bir parkta köklerinden, yeniden doğmuştu. Vakti zamanında Anadolu’dan İstanbul’a taşınan milyonlar, belki kendilerinin bile farkında olmadığı bir kök kültürü on dokuz gün boyunca İstanbul’un en merkezi yerinde tahsis etmeyi başarmıştı. Her yer Taksim.
Gezi, Anadolu’nun bu cinnet çağının içinden nasıl çıkabileceğini bize çok net gösterdi. Doğanın yok oluşunun yegâne nedeni, insan ve insan arasındaki iyiliğe dayalı ilişkilerin bozulmuş olmasıydı. HES’ler, nükleer santraller, GDO’lu tohumlar aslında yalnızca birer sonuçtu. Asıl neden insanlar arası rekabet ve öne geçmeci yaşam biçimiydi. Oysa Gezi’de insanlar kendilerine giydirilmiş kimlikleri yırtıp yürüdü; yalnızca kendi özgürlükleri için değil, doğanın ve diğer tüm insanların özgürlüğü için direndi. Gezi direnişi, bireyin, toplumun ve doğanın özgürlüğünü aynı anda savunarak yepyeni bir çağın başlangıcı oldu.
Gezi yalnızca bir parktaki ağaçları kurtarmadı; aynı zamanda dünyanın ve Anadolu’nun farklı noktalarında benzer bir kültürle yaşamaya çalışan insanlara güç ve ilham verdi. Vadilerindeki doğanın yaşaması için bedenini siper eden Loçlu, Yuvarlakçaylı, Karadenizli kadınların haklılığı Gezi ile bir kez daha ispatlandı. Gezi’den sonra merkezsiz, yerel ve kendi kendine yeterek yaşama gayretindeki son kırsal toplumların yaşaması ve yenilerinin doğması için tüm koşullar yeniden şekillendi. Belki de en önemlisi, merkezsiz bir dünyanın mümkün olduğunu insanlık bir kez daha hatırladı.
Anadolu’ya uzaktan bakan biri onu mozaiğe benzetebilir. Oysa Anadolu bir mozaik değil ebrudur; parçalamaya kalksan birleşir, ezmeye kalksan yeşerir. Dönüp dolanır tüm renkleriyle yeniden karşına çıkar. Anadolu…
Güven Eken
Magma Dergisi Sayı 1. Ekim 2014.
Henüz hiç yorum yapılmamış