Yıl 2013, Orhanlı’da ilk günlerim. Hanidir, kırsalda yol almış biri için, burası da Anadolu’nun Ege kültürünü hissettiren köylerinden sadece birisi benim için o zamanlar. Çok farklı bir izlenim edinemiyorum başlarda. Gerek benim henüz doğayı şimdiki gibi göremeyişim gerekse geçmişimden kalma aceleci tavrım. Hemencecik bir şeyler öğrenmek istiyor insan.
Köyün kadınlarıyla bir zeytinyağı fabrikasında buluşuyoruz. Yaşlı teyzelerden biri hemen bir yazma geçiriyor başıma, köşeleri pullu pullu, turuncu bir yazma hiç unutmam. “Akşama köycek iftar var, saçlarını bağlayalım da aşımız içimize sinsin” deyiveriyor. İşe girişiyoruz hemen. Fabrikanın bahçesinde o zamanlar yeni yeni duyduğum imece kavramını gün boyu deneyimliyoruz. Sebzeler yıkanıyor, odun ateşi yakılıyor, kimse birbirine sen şunu yap, sen de ötedeki işten tut demiyor. Kendiliğinden nehirlerin denize kavuşması gibi ilerliyor her şey. Herkes, gücünün yettiğince elinden geleni yapıyor. Atışmalar, gülüşmeler, etrafta oynayan çocuklar, neşe dolu bir ortam, böyle olunca insan yorulmuyor da. Öğleye doğru acıkıyoruz, pişirebildiklerimizin birazını alıp, fabrikanın içerisine geçiyoruz. Sabahtan beri buraya niye girmediğimi sorguluyorum hemen. Sol tarafta hemen iki taş değirmen dikkat çekiyor. Biraz ilerisinde üst üste duran çuvallar, beridekiler de yağları depoladıkları tanklar olmalı. Durmuş öylece sistemi izlerken Ahmet amca geliyor kıyıma. Daha önce tek tük gördüğüm zeytinyağı fabrikalarına benzemeyen şeyler var burada. Boş gözlerle ona bakarken, halimi anlamış olmalı ki hemen anlatıyor: “Kızım burası bizim zeytinyağımızı çıkardığımız işlik”. İşlik ne demek acaba? Kulağa ne güzel gelen bir kelime o öyle. Devam ediyor Ahmet amca. “Çuvallara topladığımız zeytinler dışarıda yıkandıktan sonra, değirmene geliyor. Bu gördüğün iki taş arasında iyice eziliyor. Sonra ezilmiş hamur, bu gördüğün sıkım torbalarına alınıyor. Torbalar üst üste konuluyor ve ağırlıkla eziliyor. Eli yakmayacak sıcaklıkta su veriliyor bir yandan, ki torbanın içinde hiç yağ kalmasın. Sonra yağ ve su bu kaplarda birbirinden ayrılıyor. Zeytinyağı gibi üste çıkmak derler bilir misin, o buradan gelir işte. Sonra da bu gördüğün goca tanklarda dinlendiriliyor. Böyleyken böyle”. Dilim tutuluyor Ahmet amcanın bu kısacık anlatısında. Daha bunları sindiremeden taşbaskı zeytinyağı işliğinde on iki kişinin çalıştığını, öbür odada gördüğüm kontini sistemde ise iki kişinin zeytinyağı çıkarmak için yeterli olduğunu söylüyor. “Orada bir taraftan zeytin veriliyor öbür taraftan yağ çıkıyor, daha az kişi çalışıyor, daha çok verim alınıyor”. O halde neden taşbaskıyı hala kullandıklarını sorduğumda cevap hazır: “Lezzetli olan bu kızım. Burada köylü zaten ticari amaçla değil, birçoğu kendi çoluk çocuğu lezzetli yağ yesin diye çıkarıyor zeytinyağını”. Kendinizi Roma Dönemi’nde bir işliği gezerken hissettiğiniz bu yerde herkes gurme. “Köyümüz gördüğün gibi zeytin köyü, hikâyesi oldukça uzun bu zeytin işinin. Zamanla sende göreceksin ki bu iş emek istiyor. Toplanmasından sıkımına kadar, orada bitmiyor iş. Sabunu var bunun, kantaron yağı var, var da var kızım. En başta biz zeytinleri deliceden aşılarız, dikim değildir. Zeytin dönemi geldi mi, bir kerede toplamayız, en az üç. Elimiz hep üstündedir, çocuğumuz gibi. Zeytin dönemi dışında keçiler hep dolaşır zeytinlerin altında. Yıl boyu hem eşeler, hem gübre bırakır. Böylece çapaya ve gübreye gerek kalmaz. Hem de açıklıklar yaratarak yangını önler. Sulamayız da. Bir kere suyundan ayrıştırmaya çalıştığın şeye su mu verilir miymiş? Pişmiş aşa su katılmaz”.
Bu zeytin işi, mutfağa, keçiye, çitlerle çevrilmediği için altında özgürce dolaşan hayvanlara ve daha sayamadığım ne çok şeye dokunuyor öyle. Şimdilerde keçiler, neslini tükettiğimiz geyiklerin boşluğunu doldurmuşlar, çobanlar ve keçiler sayesinde köyün biyoçeşitliliği de korunabiliyor.
Galiba doğa korumanın yöntemleri üzerine biraz daha düşünmemiz gerekiyor Anadolu’da. Kafamda sorularla dönüyorum kadınların yanına. Sofrayı kurmuşlar yere, tüm yemeklerini zeytinyağı ile yaptıklarını anlatıyorlar. O zamanki damak tadım için oldukça aromatik geliyor taşbaskı zeytinyağı. Şimdi ise başka yağın kıyısına yanaşmam ne mümkün. Küçümsediğimden değil, tat alma duyum değişti diyebilirim. Tek tip beslenmek, dikilerek oluşturulmuş bir çam ormanındaymışım gibi hissettiriyor artık. Yemek esnasında yakın zamanda olacak bir düğünden söz ediliyor. Ev bark kurmak, maliyetli işler. Böyle olunca zeytinliğini satmak zorunda kalıyor köylü. Halbuki binlerce yıllık hikayesi olan taşbaskı zeytinyağını değerinden alsak zeytinliklerini satmak zorunda kalmazlar, onlar bu kültürü devam ettirdikçe doğa da korunmaya devam eder. Masal gibi geliyor kulağa, ama gerçek olan bu.
Molanın ardından yemek işine kaldığımız yerden devam ediyoruz. Hep bir elden, masalar kuruluyor, yemekler dağıtılıyor, sofra yine beraber toplanıyor. O günkü iftar sofrasında katılıyorum bu bin iki yüz kişilik aileye. Şimdi aradan geçen üç yılın ardından pencereden dışarı bakarken yıl boyu keçileri görmeme olanak veren bu insanların varlığına şükrediyorum. Mevsimlerin değiştiğini öğrenmemi sağlayan keçilere, her yıl baharın evlerin pencerelerinde yavrularını büyüten ev kırlangıçlarına, bazen bozarıp, bazen kızarıp, bazen yeşeren ve her duygu halini en açık şekilde bana açan dostum meşeye teşekkürler. İyi ki varsınız!
Not: Aradan geçen üç yıl içinde bu insanlarla hep birlikte yaşadık. Ürettiklerini, üretme şekillerini hatta düşünme biçimlerini yaşatmamız gerektiğine olan inancım her geçen gün artıyor. Bu sebeple onları ve okulu desteklemek için paylaştığımız ürünlerin Yavaş Dükkan’daki linklerini yazıma iliştirdim. Dayanışmanız için teşekkürler.
Burçin Feran
Burcin, yazilarina hayranim. Bu Orhanli öyküleri cok güzel bir kitapcik olabilir. Bir düsünmek lazim, nasil.. Sevgiler