Suyla, rüzgarla ve perilerin imece ile şekil verdiği bir coğrafyadayım. Öyle bir vadinin içindeyim ki adı; Ballı Kayalar. Her yer üzüm bağları, renk renk kokular. Güneşin, sarıyı yeniden adlandırdığı buğday tarlaları ve masallardaki olağanüstü varlıkların elinden çıkma yapıların büyüsündeyim. Hepsinin üzerinde desen desen gözleri fark edip, bir karınca merakıyla daha da yakından bakmalıyım deyip yürüdüm. İyice yaklaşınca bu deliklere sürekli giren çıkan güvercinleri gördüm. Burada ne işleri var? Neden girip çıkıyorlar? Güvercin masalları, sevdiğini güvercine benzeten aşıklar, su başını bekleyen güvercinler, neden her şeyin içine kondurduk acaba umudun simgesi kuşları? gibi sorular birbirini kovaladı içimde.
İleri de tepenin eteğinde, sırtına alaca dokumadan büyücek bir bez bağlamış, elinde küçük tık tık çapa kolu kadar. İşini gördüğü eskiliğinden belli. Her halde ot topluyor. Tam zamanı. Don soğukları geçti. Sarı benizli otlar bahar yağmurunu alıp yapraklarının en ucundaki hücrelere kadar ulaştırdı, suya doyurdu. Cemrelerin düşmesiyle ilk yaz kendini iyiden iyiye belli etti.
Onu izleme devam ettim. Üç beş adımda bir durup yerdeki bir şeyi aldı, kök toprağını temizledikten sonra bohçaya attı. Kimi yerden ise sadece yerden çiçekleri, yaprakları ve kabukları topladı. Yan tarafına dönüp bakınca beni gördü, çapayı sallayarak selam verdi.
– Gel gel, bak burada ne var?
İlk kez yeni bir şey keşfetmenin çocuk sesiyle çağırdı yanına. Yaklaşınca, topladıklarının bahar kokusu karşıladı.
- Bak, bu boya otu.
Otun kökünü göstererek. Işık vurunca kıpkırmızı bir kök toprağın arasından göz kırpıyor. Zamanın öncesinde elinde ilk kez otu tutan insanın yaşadığı şaşkınlık içindeyim. Yaprağı, sapı, çiçeği, yeşilin kokusu hepsi alışılmış. Ama asıl hikaye toprağın altında kalan, bilsek bile hayal edemediğimiz, bizi şaşırtan kısım. Orası tam bir sürprizler bohçası.
Kırk yıldır tanışıyormuşuz gibi anlatıyordu.
– Güvercinlerin evini süsleyecek bu ot.
Zihnim, sorular çayırında yuvarlanmaya başladı. Ne otu, hangi güvercin, nasıl bir süs?
– Benim soluğum taştı, gel oturup dinlenelim azıcık, dedi bohçasını yüklenirken, arkasına takıldım.
Kocakarı taşı dedikleri beli bükük kayanın yanında soluklanmaya oturduk, çıkısından armut kurusuyla ceviz çıkardı. Elindeki kınası kıpkırmızı, yeni yakmış anlaşılan. Üzerindeki gök mavi yeleğinin kaz ayağı motifi, hardal sarısı yazmasının iğne oyası, konuşurken dudaklarının kenarından görünen iki altın dişi. Gözlerinin çağla yeşili pırıl pırıl, feri solmamış. Hepsi bir ressam fırçasından çıkmış kadar muntazam.
Epey ottan çiçekten konuştuktan sonra, karşı yamacın eteğindeki tarlayı gösterdi.
– Bizim bağın bostanın sevincini gördün mü? İşte onların hepsini bizim güvercinlerin işi, onlar toprağa bereket katar. Bizim gibi onların da evleri burada. Bu gördüğün kayaların içini oyarız kat kat, kimisi de ezelden kendi öyledir. Yavrusunu büyütebileceği küçük küçük yuvalar kazarız kayalara. Pencereler açarız, girip çıksınlar diye. Sonra pencerelerinin çevresine kireci, beziryağını, yumurtayı karıştırır harç ederiz.
Zaten küçücük olan gözlerini iyice kısıp bir sır fısıldar gibi ekledi;
– Niye dersen güvercinlerin yuvasına sansar gelmesin diye, kayalarda dolaşan sansar pek çok buralarda, bu pencerelerin kenarına gelince tırnağını tutturamaz, kayar hemen ayağı, içeri girip güvercinlere ulaşamaz. Bu kuşlar bir de beyazı pek severler. Akşamın alaca karanlığında penceresini görür kolayca bulur yuvasını.
Armut kurusunun en irisini seçip, uzattı.
Hiç konuşmadan dinliyordum. Masal ebesi bir masal anlatır da eteğindeki çocuklar hiç ses etmez ya aynı öyle.
– Yılda bir sefer gireriz onların evine. Kışın, yavrularını yuvadan uçurduğu zaman. İçeri girer yıkılan tünekleri onarır, su çukurlarını temizleriz. Altlarında biriken gübreyi süpürür toplarız. Bakımının yaptıktan sonra kapısını sıkıca örteriz, bir sonraki seneye kadar da hiç açılmaz.”
Eliyle güvercinliği işaret etti.
– Gördün mü bak nasıl girip çıkıyorlar. Bu vadideki bütün kadınlar konuşur onlarla. Amma öyle senin bildiğin gibi değil, çizgiyle, renkle konuşuruz. Gel burası senin evin, yemin var suyun var. Yuva yaparsın buraya. Korursun, korunursun deriz.
Karşımızda bütün heybetiyle duran kocaman bir peri bacası, desen ve renk cümbüşü pencereleriyle, şimdi bir güvercin sürüsünün yuvası.
– Bak bak işte orada nar, kuş, ağacı gördün mü? Boya otuyla çizeriz onları hep.
Bohçasına daldırdı elini.
– Bir de, biz yoşa deriz. Çıkarttığı kızıl toprak topunu göstererek, bununla çizeriz. Nazarlık çizeriz kabalakı otuyla. Üzüm kurusu kırmızı renk olur nar çizeriz onunla. Sarı sarı buğday başakları çizeriz çehri otuyla. Cevizin kabuğu gök renk verir, üzerine kuş konan yemyeşil ağaçlar çizeriz.
Bohçadan çıkanlar sadece otlar, kökler değildi asırlar önce duvara ilk resim çizen insanların bilgisi serildi bir anda önüme. Tek tek gösterdiği otları mı incelesem anlattıklarının manasında mı kalsam? Devam etti, sanki her bildiğini anlatmasa içinde kalacakmış gibi tatlı bir heyecanla;
– Kışın ocak başında masal ebelerimiz hep güvercin kılığına giren kızları anlatırdı. Dualıdır bu kuşlar, suların başında dururlar hep pınarları korurlar. Onlar bizi korur biz de onları. Bu dağda bayırda ak toprakta ne yer ne içersek onların sayesindedir. Evlerine girip topladığımız gübreleri bağa bostana sereriz. Bağın yeşili başka bir yeşil olur, göz alır rengi. Kavun karpuzu tadından yiyemezsin, karpuzun suyu eline aksa damlamaz, öyle ballı olur.”
Biz konuşurken arka taraftaki yoldan nefes nefese bir delikanlı koşar adım geldi.
– Hah, nene burada mıydın? Valla çok korktum seni bulamayacağım diye. Habersiz çıkmış gelmişin yine güvercinliklere.
Takati bitmişti anlaşılan, hemen yanı başındaki taşın başına ilişti. Ne vakit sonra bana baktı.
– Nenemin derdinden selam veremedim.
Önümdeki otlara, çiçeklere gözü takılınca;
– Nenem güvercinleri mi anlattı?
– Evet.
– Nenem güvercinlerden başka hiçbir şey konuşmaz. Varsa yoksa güvercinleri. Gençken bütün bağı bostanı onların gübresiyle yetiştirip bakmışlar, onun ekmeğini yemişler. Zaman değişip devran dönünce kimse artık onlara bakmaz oldu. Yuvaları bozuldu, sansarlar aldı kimini. Dağıldı gitti katar katar sürüler. Tarlaların bütün beti bereketi kaçtı. Üç beş kuş kaldı her güvercinlikte. Nenem bildiği her şeyi unuttu. Gençken baktığı güvercinler kaldı dilinde, bir de otları. Yarın seni görse yeniden güvercinleri anlatır. Hiç şaşmaz.
Nenesine doğru seslendi;
– Nene, hadi müsaade isteyelim, evdekiler merak etmiştir bizi.
Nenesinin bohçasını, çapasını alıp ayaklandı delikanlı.
– Kuşlar da girdi zaten yuvalarına, hadi bakalım dönelim o vakit. Haydi hoşça kal kızım. Kendine de güvercinlere de iyi bak.
Usul usul kıvrılan yoldan aşağı inerken hala güvercinliklere baka baka gidiyordu.
Geldiğim yere doğru yürürken güvercin kılığına giren kızın masalı dolandı zihnimde. Ya sadece masal değilse? Güvercinler acaba sadece toprağı bereketlendirdikleri için mi kıymetli? Aklımdaki soruların cevabını, bütün ömrünü unutup güvercinleri hatırlayan berrak bir zihinde bulmuştum.
Henüz hiç yorum yapılmamış