Gönüllülülerimizden Melike Öztürk, kadim üretim yöntemlerinin binlerce yıldır kesintisiz olarak devam ettiği İzmir’in zeytin ormanlarından ilhamla “Zeytinin Öykü’sü”nü kaleme aldı…
Öykü yaz tatilini anneanne ve dedesinin yanında, Seferihisar’ın Orhanlı köyünde geçireceği için çok heyecanlıydı. En son üç sene önce, yani beş yaşındayken anne ve babasıyla onları ziyarete gitmişti. Şimdi ise hayal meyal hatırladığı yemyeşil kırlar, keçiler ve diğer hayvan dostları gözünde canlandıkça yerinde duramıyor, bir an önce karnesini alıp orada olmanın hayalini kuruyordu. Bunun için bavulunu çoktan hazırlamıştı bile. Ve nihayet karnesini alan Öykü, annesiyle beraber yolculuk için son hazırlıklarını yaptı. Ertesi gün babasıyla birlikte yola çıkacaklardı. Babası Öykü’yü Orhanlı’ya bıraktıktan sonra çalıştıkları ve işyerlerinden izin alamadıkları için İstanbul’a annesinin yanına dönecekti.
Sabah erkenden yola çıktılar. Öykü, yolda babasına durmadan sorular soruyor ve etrafında gördüğü, geçip gittikleri yeni yerleri keşfetmeye çalışıyordu. Uzun bir yolculuğun ardından nihayet köye vardılar, anneannesi ve dedesi onları kapıda karşıladılar. Öykü koşarak onlara sarıldı, özlem giderdiler. Babası akşam yemeğinin ardından dönüş yoluna koyuldu. Öykü bir yandan anne ve babasından ayrı geçireceği bu yaz için üzülüyor, bir yandan da önünde onu bekleyen güzel bir tatil olduğunu şimdiden hissediyordu.
Ertesi sabah erkenden uyandı Öykü. Horozlar ötüyordu, etrafa yayılan mis gibi kokuyu takip etti. Anneannesi ocağın başında Öykü için ekmek yapıyordu. Öykü’yü yalınayak ve uyku mahmuru karşısında görünce:
“Günaydın küçük kuzum, uyandın mı sen?”
“Günaydın” dedi Öykü, bir yandan gözlerini ovuşturup bir yandan anneannesinin ne yaptığını inceleyerek. Ardından hep birlikte bahçede, ocağın yanında kurulu sofraya oturdular. Kahvaltı sofrasında dedesinin sabah bahçeden topladığı domates, salatalık, anneannesinin yaptığı sıcacık ekmek, zeytin, bal, yumurta her şey vardı. Sabahları genellikle süt ve mısır gevreği yemeğe alışkın olan Öykü, sofrada bu kadar çeşit olmasına şaşırmıştı. Açık hava onu iyice acıktırdığından keyifle yemeye koyuldu. En çok zeytini sevmişti Öykü. Dedesine dönüp:
“Dede, bu zeytini hangi marketten aldınız? Babama söyleyeyim de, o da hep oradan alsın.”
Anneannesi ve dedesi birbirlerine bakıp gülüştüler. Dedesi sevecen ses tonuyla:
“Bu sofrada gördüğün hiçbir şeyi marketten almıyoruz kuzucuğum, kendimiz üretiyoruz.” Öykü hayretle baktı dedesine. O, zeytinin yalnızca markette satıldığını sanıyordu ve nasıl üretildiği ile ilgili bir fikri yoktu. Öykünün gözlerindeki şaşkınlığın daha da arttığını gören dedesi gülümseyerek:
“İstersen kahvaltını bitirdikten sonra seni bu yediğin lezzetli zeytinlerin yetiştiği ağaçlara götürebilir, sana onların nasıl üretildiğini yerinde gösterebilirim” dedi. Bunu heyecanla kabul eden Öykü, kahvaltılarını bitirir bitirmez kendisini yemyeşil bir zeytin ormanının içinde buldu. Zeytin ormanına vardıklarında etrafındaki manzara karşısında adeta büyülenmişti. Neredeyse her dalda öten birbirinden çeşitli kuşların cıvıltıları arasında başladı dedesi zeytinin öyküsünü anlatmaya:
“Bak yavrucuğum, bu etrafında gördüğün ağaçlar binlerce yıldır kuşlarla, böceklerle, çiçeklerle beraber burada yaşıyorlar.”
“Nasıl yani, senden ve anneannemden daha mı yaşlı bu ağaçlar?” diye sordu Öykü merakla.
“Evet, çok daha yaşlılar. Hatta onları bizler dikmedik. Delice diye bilinen yabani zeytinlere aşılandılar. Bizlere dedelerimizden hatta onların dedelerinden kalan emanetler. Bizler onlara gözümüz gibi bakarız. Tabii keçiler de bize yardım ederler” dedi dedesi. Keçilerin zeytin yetiştirmede insanlara nasıl yardım ettiğini anlayamayan Öykü şaşkınlıkla baktı dedesine. Dedesi Öykü’nün merakını giderebilmek için devam etti.
“Bak Öykücüğüm, bizler, yani köylüler ve keçiler arasında sözlü olmayan, yıllardır süren bir anlaşma vardır. Zeytin zamanı oldu mu keçiler bu dağların kuzey yamacındaki çam ormanlarına giderler otlamak için. Böylece zeytinliklerdeki otlar büyür ve çoğalır. Zeytin zamanı bitince keçiler tekrar bu zeytin ormanlarına sokulur ve zeytin ağaçlarının daha sağlıklı büyümesi için başlarlar diğer otları, çalıları yemeye. Böylece toprağı sürmemize ve tarım ilacı denilen maddeleri atmamıza gerek kalmaz.”
“Peki, tarım ilacı atınca ne olur ki?” dedi Öykü. Ağaçlar ilaç alırsa daha sağlıklı olmazlar mı? Çünkü annem bana zaman zaman vitaminler içiriyor daha sağlıklı olabilmem için.
“Tarım ilacı denilen maddeler aslında tarım zehirleridir; tam tersine hem bizlere hem de başta zeytin ağaçları olmak üzere diğer tüm canlılara zarar verir Öykücüğüm. Biz diğer canlıların zarar görmesini istemeyiz, çünkü bu ağaçlarda sadece bizlerin hakkı yok. Bizler dedelerimizden beri kurda, kuşa, aşa diyerek zeytinin hepsini toplamayız; bir kısmını kurtların, kuşların ve diğer canlıların da beslenebilmesi için ağaçlarda bırakırız. Çünkü bu kahvaltıda yediğin zeytinin bu kadar lezzetli olmasını tüm bu canlıların ortak emeğine borçluyuz. Hem düşünsene kuşun yemek istemediği bir zeytini sen yemek ister misin?”
“Hayır”, dedi Öykü. Masumca çevresini incelemeye devam ederken…
“Hem biliyor musun Öykü? Bu zeytinleri sadece kahvaltıda yemiyoruz. Onları taş değirmende öğüterek yağ elde ediyoruz. Sonra o yağlardan yemekler yapıyoruz, sabunlar yapıyoruz. Yani onlara gözümüz gibi bakmak zorundayız.”
“Sabun mu? Zeytinden sabun mu yapılıyor? Daha önce hiç duymamıştım, dedi Öykü.
“Tabi yapılıyor, hem öyle marketten alınan sıvı sabunlar gibi katkı maddesi de içermiyor. Bizler elimizi, yüzümüzü hep bu sabunlarla yıkıyoruz; banyomuzu bu sabunlarla yapıyoruz. Hadi gel seni bir yere daha götüreceğim,” dedi dedesi. “Yıllardır eski yöntemlerle, bu zeytinlerin yağından sabun üreten bir abla var; onunla tanışmanı ve sabunun nasıl üretildiğini görmeni istiyorum.”
“Peki,” dedi Öykü ve ikisi birlikte Suna Abla’nın yolunu tuttular.
“Nasılsın Suna?” dedi Suna Abla’nın evine vardıklarında dedesi. Seni torunum Öykü’yle tanıştırayım. Zeytinden sabun mu olur, diye soruyor. Nasıl oluyormuş anlat da öğrensin.”
“Hoş geldiniz,” dedi Suna Abla güleç bir yüzle ve Öykü’yü yanına çağırarak başladı sabunun öyküsünü anlatmaya. “Yıllardır ben burada babamdan öğrendiğim gibi sabun yapıyorum. Önce evimin damında yağmur sularını topluyorum. Fırında ekmek pişirirken kullandığım meşe, incir, zeytin odunlarının külünü, ekmeği pişirdikten sonra bir kapta biriktiriyorum. Sonra bu biriktirdiğim küllerin üzerine yağmur suyu ekleyerek odun ateşinde kaynatıyorum. Daha sonra da bunların üzerine zeytinyağı ekliyorum ve koyulaşana kadar karıştırıyorum. Soğuduktan sonra da keçilerden sağdığım sütü ekliyorum. İşte kül suyu zeytinyağı sabunu böyle oluyor,” dedi Suna Abla elindeki sabun kalıbını göstererek. “Al bakalım bu benim sana hediyem olsun, kullandıkça beni hatırlarsın.”
“Teşekkür ederim, “dedi Öykü mutlulukla ve Suna Abla’yla vedalaşarak evin yolunu tuttular. Eve dönerken her yerde birbirinden güzel keçiler, koyunlar, kuzular gördüler. Öykü için burası, uyumadan önce annesinden dinlediği masallardaki diyarlar gibiydi. Her yer alabildiğine yemyeşildi. Bir elinde dedesinin eli, diğer elinde biraz önce öyküsünü dinlediği sabunuyla birlikte, keşfettiği, öğrendiği her şeyi anne ve babasına, döndüğünde de arkadaşlarına anlatmak için sabırsızlanıyordu. Artık biliyordu ki zeytin süpermarket rafında yetişmiyordu. Burada yediği ve kullandığı her şeyin ardında bir öykü vardı.
Henüz hiç yorum yapılmamış