Amazon’da doğanın bir parçası olarak yaşayan ve böylece doğa zarar gördüğünde kendisinin de canı yanan yerli halklar, yüzlerce yıldır zorlu bir yaşam savaşı veriyor. Günümüzde nüfusları binlerle tabir edilen bu halkların var oluşu, yaşadıkları doğanın var oluşuna bağlı. Dolayısıyla onların yaşam mücadelesi aynı zamanda doğanın yaşam mücadelesi.
Kayapolar
Brezilya’nın kuzeyinde, Amazon ormanlarının derinliklerinde yaşayan Kayapo’lar, 1974 yılında ilk kez modern insanla tanıştı. Bu tanışmayla birlikte onlar için zorlu bir yaşam savaşı başladı. Sadece kabilenin insanları için değil bu kabilenin can damarı olan Şingu Nehri’nin kendisi ve çevresindeki ormanlar için de. Kayapo’ların ilkel bulunan yaşam tarzı hızla değiştirilmeye zorlandı ve yaşadıkları bölgede çeşitli yatırımlar için projeler planlandı. Ancak uluslararası sözleşmeler nedeniyle, devlet yasal olarak Amazon ormanlarına girip ağaç kesimi gerçekleştiremiyor. Bu yasağı delmenin yolu da sözde ‘temiz’ enerji olan barajlarla bulundu ve böylece maden projelerinin de yolu açıldı.
Kayapolar, bölgelerine giren her makine ve silahlı görevliye okları ve taşlarıyla cevap veriyor. Tek yapabildikleri bu makineleri yollara taşıdıkları taşlarla ve kendi bedenleriyle durdurmak. 1989 yılında, Belo Monte barajının inşası için Altamira’da Kayapoları toplayan şirket sahibi onları ikna etmeyi denemişti. Toplantıya katılan kadınlardan Tuira’nın elindeki palayı (yarım metre uzunluğunda büyük bıçak) şirket yöneticisinin yüzüne dayayıp söylediği sözler de tarihe kazınmıştı “Sen yalancısın! Bize yemeğimizi elektrik vermeyecek. Asıl ihtiyacımız olan nehirlerimizin özgür akması, geleceğimiz buna bağlı. Bizim sizin barajınıza değil; avlanmak ve yiyecek bulmak için ormanlarımıza ihtiyacımız var!”.
Şirket bu toplantıdan eli boş dönse de birkaç yıl sonra aynı toplantıyı tekrar etmişti. Ancak bu sefer palalar şirket sahibine dokundu ve onu kanlar içinde bıraktı. Bir yandan da Kayapoları destekleyen avukatlar aracılığıyla şirkete karşı bir dizi suç duyurusu ve dava açıldı, büyük kampanyalar başlatıldı. Amerika’dan ünlü isimlerin de katıldığı bu kampanyalar sayesinde baraj projesi sürekli ertelendi. Ancak dört yıl önce devletin artık beklemeye sabrı kalmadı ve inşaatı başlatmak için eli silahlı güvenlik güçleriyle şantiyeyi kurmayı başardı. Kayapolar da şantiyeyi basıp uzun soluklu işgaller gerçekleştirdi, bu işgaller devletin geri adım atmasıyla durduruldu. Kayapolar, sadece şantiyeyi değil bölgelerindeki karar mercilerini de işgal etti ve seslerini duyurmaya çalıştı. Geçtiğimiz yıl Kayapo Kabilesi şefi Megaron ve kızı Mayalu Nehirler Konferansı için Türkiye’de idi ve ülkemizde nehirler için verilen mücadeleye desteğe geldi. Aynı günlerde kabilenin halkı ise baraj alanını bir kez daha işgal etmişti. Kayapoların bir kısmı şehirlere göç etse de doğanın yaşam mücadelesinden vazgeçmedi. Onlar için Amazon ormanları yaşamın kaynağı ve ormanlar yok olduğunda yaşam da yok olacak.
Mapuçiler
Patagonya Bölgesi’nde (Şili ve Arjantin’in sınır olduğu bölge) binlerce yıldır yaşam süren Mapuçilerin kadın liderlerinden biri Moira Millan da geçtiğimiz yıl nehirler konferansına gelmişti ve konferansın en etkileyici konuşmasını yapmıştı. Moira, insanlarının mücadelesini anlatmak için ilk olarak inançlarından başladı. “Mapuçi, dünya yani toprak insanları demek. Bize ismimizi sorduklarında “Mapuyii” deriz, yani toprağın sesi. Bu da şu anlama geliyor, Mapuçi halkı toprak olmadan var olamaz. Toprakla özel bir bağımız var. Doğadan bir parça yok olursa kültürümüzden de bir parça yok olacak demek. Nehirlerin sesleri susturulduğunda halkların da sesleri susturulmuş olur. Bizim geçmişimizin ruhu bu nehirlerin, dağların ormanların içinde yaşıyor. Bizi toprağımızdan yıllar önce kovdular, şehirlere göç etmek zorunda kaldık. Anneannem köyde kalmıştı, bazen şehre gelir ve kültürümüzü kaybettiğimiz için bizim adımıza üzülürdü. Kültürümle bağımı koparmamak için bir gün bana şarkı söylemeyi öğretmeye karar verdi. Bunlar kutsal şarkılardı. Yani doğayla iletişim kurmak için söylediğimiz şarkılar. Anneannem dedi ki, tüm nehirlerin bir şarkısı vardır. Bazı nehirler çok hızlı bazıları yavaş akar. Bazıları taşların arasından geçer, bazıları da toprağın. Yani her nehrin kendine has bir şarkısı vardır. Aynı şekilde her topluluğun kendine has bir kimliği vardır. Ancak şehirde yaşarsanız nehirlerin seslerini duyamazsınız. Anneannem bana şarkı söylememi istediğinde yapamadım. Çünkü şehir çok gürültülüydü ve ben doğanın sesini duyamıyordum. Bir yaz günü anneannemi ziyarete köye gittim. Beni nehre götürdü, gözlerimi kapamamı ve nehrin şarkısını dinlememi söyledi. Ve bana su taşlara çarptıkça bu çıkan ses o nehrin kalbinin atışıdır, nehirlerin şarkılarını dinle, dedi.”
Moira ve halkı şarkı söylemeyi öğrendiği Porkovado Nehri ve dağları için yıllardır mücadele veriyor. Devlet onları terörist olmakla suçluyor ve ciddi bir şiddet uyguluyor. Moira bu süreçte çok zor günler geçirmiş. Yıllar önce evine onu öldürmeye gelen görevliyi ikna ederek öldürülmekten kurtulmuş ve çocuklarını alıp kimseye veda edemeden kaçmış. Uzun yıllar mülteci olarak yaşamak zorunda kalmış. Moira gibi hayatını bu mücadeleye adayan Kızılderililer sayesinde büyük barajları ve maden çalışmalarını durdurmayı büyük ölçüde başarmışlar. Moira verdikleri mücadeleyi “dünyanın içinde bulunduğu bu kötü durumdan kurtulmak için yeni bir yaşam anlayışı üretmek” olarak özetliyor ve ekliyor “kalkınma diye söyledikleri, sadece ilerlemek ve büyümek. Bu süreç aslında bir ölüm bir yok oluş sürecidir. Biz ölümü değil yaşamı ilerletmeliyiz. Devletlerin yöntemleriyle mücadele edersek, büyük bir değişim yapmamıza asla izin vermeyecekler. Bu uygarlık anlayışıyla ilgili bir sorun. Sadece bir projeye karşı çıkarak bir şeyler yapacağımıza inanıyorsak yanılıyoruz. Bu mücadele yeni bir yaşam anlayışı inşa etmekle ilgili. Yaşam biçimimizi ne kadar çok tükettiğimiz belirliyor. Kendimizi çok çevreci ve ekolojist sanabiliyoruz. Ama çocuklarımıza iyi bir model değiliz bu tüketimle. Ortada büyük bir pasta var, onlar elindeki bıçakla eşitsizlik yaratıyor, kendisine büyük parçayı alıyor, geriye kalan çoğunluk aç kalıyor. Biz pastadan pay istemiyoruz. Çünkü pastanın içindeki malzemelerden memnun değiliz. Biz başka bir pasta yapmak istiyoruz.”
Ekvador
Doğanın yağmalanmasına karşı en ilginç direnişlerden biri de Ekvador’daki ormanlarda yaşanmıştı. 2010 yılında, Meksika’da düzenlenen Barajlara Karşı Mücadele Eden Halkların Buluşması’nda Alcides Diaz’la tanışmıştım. Alcides, kendine olan güveni ve gözlerinden hem ateş hem muziplik saçan bakışlarıyla katılımcılar arasında dikkat çekiyordu. Hikayesi, yaşadıkları bölgeye yapılması planlanan büyük bir baraja karşı mücadeleyle başlamıştı. Her yerde olduğu gibi baraj çalışması için ilk girişim, devlet ve şirket görevlilerinin onları ikna etmek için düzenlediği bilgilendirme toplantıları olmuş. Ancak yerli halk baraj inşaatlarının başlamasına engel olunca, devlet silahlı görevliler yollamış ve kaba kuvvet uygulamaya başlamış. Halkın elinde hiçbir modern silah yokmuş ve aralarında toplanıp, askere karşı nasıl mücadele edeceklerini tartışmışlar. Nihayetinde, eski geleneksel silahlarını kullanmaya karar vermişler. Önce büyük bir çukur kazmışlar, çukurun içinde ana maddesi insan dışkısı olan çok kötü kokulu bir karışım hazırlamışlar ve güneşte bekletmişler. Daha sonra bu karışımdan ufak cephaneler hazırlamışlar. Ağaçlardan da bu cephaneleri hızla fırlatacak aletler yapmışlar. Asker ve devlet yetkilileri tekrar geldiğinde silahlarıyla bu cephaneleri araçlarına ve içinden inen yetkililere fırlatmışlar. Bu karışım öyle kuvvetli ve öyle korkunç kokuyormuş ki, dokunduğu herkes kaçışıyormuş. Üstelik, üzerinize değdiğinde ne yaparsanız yapın günlerce hatta haftalarca kokusu size siniyormuş. Köye kim gelirse gelsin bu kötü kokulu silahla karşılaştığında kaçıyor ve bir daha gelmiyormuş. Sonuçta, devlet ve şirket bölgeye gönderecek kimseyi bulamayınca pes etmiş. Barajı yapmaktan da vazgeçmiş. Alcides’in bu masalsı hikayesi bir efsane gibi dolaşıyor ve hepimize ilham veriyor.
Şaninkalar (Ashaninka)
Çoğunluğu Peru az bir nüfusu da Brezilya’da yaşayan Şaninka yerlileri, tropik ormanlarda yaşıyor. Yaklaşık 40 binlik nüfusuyla Peru’nun en büyük ikinci yerli topluluğu. Erkekler avcılık ve balıkçılık yaparken kadınlar da patates, muz gibi ürünler yetiştiriyor. Kendini ormanın bir parçası olarak gören Şaninkalar periyodik olarak ormanda yaşadıkları yerleri değiştiriyorlar, bu da tropik ormanların kendini yenilemesine yardımcı oluyor.
Şaninka’lar, özgürlüklerinden hiçbir koşulda ödün vermemeleri, doğaları ve kültürlerine yönelik tehditleri savaşçı becerileriyle geri püskürtmeleriyle tanınıyorlar. 19. Yüzyılda yaşadıkları ormanların kauçuk üretimine açılmasına ve köleleştirilmelerine karşı direndiler ve nüfuslarının %80’ini böyle kaybettiler. Ardından ağaçların kesilmesi, petrol şirketleri gibi tehditlere karşı savaştılar. Bu mücadelelerde hayatta kalmak için hep ormanın derinliklerine sığındılar.
Meksika’daki buluşmada bir Şaninka yerli kadınını dinlemiştim ve bana son 20 yılda yaşadıklarını şöyle özetlemişti “Biz yüzyıllardır Ene Nehri kıyısında yaşıyoruz. Nehrimize ve ormanlarımıza yapmak istedikleri projelere izin vermiyoruz. Bize 80li ve 90lı yıllarda çok sert şiddet uyguladılar ve birçok insanımızı öldürdüler. Ormanları ve bahçelerimizi yaktılar, oysa biz evimizi, yiyeceğimiz ve ilaçlarımızı doğadan sağlıyoruz. Hepimiz başka bir bölgeye dağılmak zorunda kaldık. Ancak sonra yeniden toplanarak yeni komünler oluşturduk. Bu süreçte yasal haklarımıza kavuştuk ve Pakitapango barajını durdurduk. Şimdi de petrol şirketleri geldi, onlara da izin vermeyeceğiz. Biz bu topraklardaki barışın bedelini kanımızla ödedik, onlar hala bize zarar vermek istiyor ama ormanımızın yok edilmesine izin vermeyeceğiz. Biz Şaninka kadınları, savaşmaya devam ediyoruz.”
Amazon ormanları ve aslında dünyanın hemen her bölgesi bu hikayelerin benzerleriyle dolu. Yaşamı yok edenlere karşı birlik olmak ve doğanın bir parçası olarak yaşamayı seçmek bu süreci tersine çevirebilir.
Dicle Tuba Kılıç
Henüz hiç yorum yapılmamış