Çoban

Blog   Etiketler:

HB_MAG002_COBAN_008O-001

Gözünü kapat, kulağını aç!

Uzun ve geniş vadinin yamaçları alabildiğine büyük ve yaşlı zeytin ağaçlarıyla kaplı. Ağaçlardan ikisi dip dibe bir kaya kenarından fışkırmış, beriki onlardan yüz metre uzakta öteki, bir tepenin sırtında, tek başına. Sanki şu vadiyi kaplayan sahipli zeytinlikler değil de zeytin ağaçlarından bir orman. Güz yağmurları vadiye düşeli birkaç hafta olmuş olmamış ki yaz boyu sarı bedenleriyle yeri kaplayan otlar çoktan kaybolmuş. Onların yerini zeytin ağaçlarının arasında pürüzsüz bir halı gibi uzanan geniş çimenlikler almış. Siz deyin zümrüt, ben diyeyim bir bebeğin gözbebeği. Çimenler, zeytinlerin mat yaprakları arasında ışıl ışıl parıldıyor.

“Bir zamanlar buradaki zeytin ve kardeşi meşe ağaçlarının arasında alageyik ve dağ keçileri otlardı. Dere yatağı boyunca ince uzun bir yol çizerek kıvrılan çınar ormanları karacaların yurduydu.” Doğa Derneği’nden Biyolog Burak Özkırlı Seferihisar’ın kadim zeytinliklerini işaret ederken büyük otçul hayvanların önemini anlatıyor. “Doğadaki canlı çeşitliliği öteden beri yabanıl otçullarla birlikte şekillendi. Geyikler, yaban keçileri ve diğer büyük otçullar bu coğrafyadaki canlıların belki de en önemli var oluş nedeni. Otlama olmazsa bu vadideki orkidelerin, kertenkelelerin, sayısız kuş türünün, hatta meşe ve zeytinlerin bile yaşaması mümkün değil. Çünkü otçul hayvanlar bitkileri yerken aynı zamanda ağaçlar arasındaki açık alanların devamlılığını sağlıyor. Şayet bir bölgede yeterince otlama yoksa çalılar hızla bu açıklıkları dolduruyor, orman doğal halinden daha hızlı sıklaşıyor. Bu nedenle pek çok tür yaşam alanını kaybediyor.”

Burak Özkırlı’nın tarif ettiği bu manzara, birkaç korunan alan hariç dünyanın hemen her yerinde ve elbette Anadolu’da da çoktan kayboldu. Geyikler, yaban keçileri ve diğer otçullar binlerce yıl avlandıkları için yaşam alanlarından tamamen silindi veya çok azaldı.

Bu yok oluş beraberinde çok daha büyük bir yıkımı getirebilirdi. Yeryüzünün tüm doğal meraları kısa sürede kaybolabilir ve büyük otçullarla birlikte yaşamış milyonlarca canlının nesli bir anda tükenebilirdi. Ne var ki böyle olmadı. Bir meslek deyin ya da bir kişi: O, sessiz sedasız ve tek başına, gezegenin karşılaşabileceği en büyük yok oluş süreçlerinden birini engelledi; onun adı: Çoban.

Çoban uykusu

Bu duyguyu hayatımda ilk ve büyük olasılıkla son kez hissettim. O gece yatağım bütün yerküreydi. Toros’un dağı odam, orman ve keçilerse arkadaşımdı. Sürüyü bekleyen çobanlar gibi ben de çadıra girmemiş, açık alanda keçilerin arasına kıvrılmıştım. Bedenimi topraktan ince bir şilte ayırıyordu. Musa, bu gece üzerine üç kat örtü verdik hocam, üşümezsin, dedi gülerek; birincisi kıl pike, ikincisi yün yorgan, üçüncüsü yıldızlar…

Musa Candan, Toros’un son Sarıkeçili çobanlarından biri. “Çoban uyurken gözünü kapar, kulağını açar.” Uyurken de ses dinlenebileceğini o gece Musa’dan öğrendim. “Biz bir göçte kurdun kendini ya görürüz ya görmeyiz. Fakat hayalini her gece yaşarız. Böyle olmasa sabah olmadan sürü kurda kuşa yem olur”. O gece üç çoban sürünün ayrı yerlerine dağıldı. Hiç konuşmadan yaptıkları işbölümü sabaha kadar sürdü. Karanlığın içinden gelen en küçük bir çıtırtı bile tepkisiz kalmadı. Bir biri, bir öteki, sonra şuradaki ama mutlaka biri tetikteydi. Neyse ki çıtırtıların hiçbiri kurt değildi. Bense gece boyunca Musa’nın son sözünü düşündüm: “Uyku bir geceliğine ölmektir hocam. Bu yüzden biz uykuya ‘küçük ölüm’ deriz”.

Ormanın dostu keçi

Toroslar’da Yörüklüğün tarihi binlerce yıl öncesine uzanıyor. Musa Candan’ın parçası olduğu Sarıkeçili Yörükleri bu kültürün devamı ve son halkalarından biri. Bölgenin yörükleri, adı üzerinde, keçi güdüyor. Keçiyse Toros Dağları’nın hayvanı. Evcilleştirilmesi yedi ila sekiz bin yıl öncesine dayanıyor. Toroslar’da dağ keçisinin yerini yavaş yavaş evcil keçiler alıyor ve dağ keçileri insanlardan uzak sarp bölgelere çekiliyor. Türkiye’nin Akdeniz havzasında otlatılan evcil kıl keçisiyse zaman içerisinde doğanın ayrılmaz parçası oluyor.

Anadolu’nun diğer yerleri de Akdeniz’e benziyor; ne var ki her bölgedeki keçi ırkı farklı. Orta Anadolu’nun Karadeniz’e bakan bozkırlarında tiftik keçisi, Konya, Isparta ve Antalya üçgeninde büyük cüsseli Honamlı Keçisi, Doğu Karadeniz’de Hemşin Keçisi, Güneydoğu’da Kilis Keçisi ve belki de henüz adı konmamış daha nice keçi ırkı yaban köklerinin, dağ keçisinin görevini devam ettiriyor. Ormanı, orman yapıyor.

Peki ormanda keçi olmazsa ne olur? Basit. Orman kereste tarlası olur. Bugün artık keçilerin ormanı yok ettiği düşüncesinden vazgeçildi. Ne var ki bu önyargı nedeniyle keçiler elli yılı aşkın bir süre kendi anavatanlarından, Anadolu ormanlarından uzak tutuldu. İki yıl önceyse Orman Genel Müdürlüğü, otlatma planları çerçevesinde keçilerin yeniden ormanlarda dolaşmasına izin verdi. Peki yanlış neredeydi?

Orman bize öğretildiği gibi yan yana ağaçların dizildiği bir yer değil. Orman, ağaçtan çok daha fazlası. Ağaçsa ormanda yaşayan pek çok canlıdan sadece biri. Kuşlar, böcekler, domuzlar, ayılar ve elbette keçiler de ormanın olmazsa olmazı. Ormanın ta kendisi: Türkiye’de keçi ve çobanların orman dışına çıkarılması, kimsenin öngöremediği üç büyük doğa felaketini tetikledi: Tek tip ormanlar, yangınlar ve erozyon. Başka bir cümleyle gezegenin çobanlar sayesinde teğet geçtiği yok oluş süreci, Anadolu’da son elli yılda gerçekleşti. Hem de ormanları koruma gerekçesiyle.

Keçilerin çıkarılmasıyla Anadolu ormanları hiç olmadığı kadar tek tipleşti. Tüm Ege ve Akdeniz havzaları kereste değeri yüksek kızılçamlarla kaplandı, ancak meşe ormanları, boylu ve alçak makilikler büyük oranda kayboldu. Onlarla birlikte sayısız otsu bitkinin, örneğin orkidelerin ve pek çok hayvan türünün nesli azaldı. Gevenler ve sığırkuyrukları gibi gen merkezi Anadolu olan pek çok bozkır bitkisinin dağılımı küçülerek yol kenarlarındaki hafriyat alanlarına sıkıştı.

Ormanın çobandan koparılması başka ağır sonuçlar da doğurdu. Biri, yangınlar… Gittikçe sıklaşan ve sadece kızıl çamdan oluşan ormanlar, tek kibritle yanıp kül olacak kadar hassas hale geldi. Çünkü ateşi yayan kuru otlarla beslenen ve yangın önleyici boşluklar oluşturan keçiler çoktan gitmişti.

Hayvanlarını otlatmak için orman kuşağıyla tarım alanları arasındaki bozuk ormanlara sıkışan çobanlar, çok sayıda hayvanı son derece küçük bir alanda beslemek zorunda kaldı. Keçiler ve mera arasındaki kantarın topuzu bu sefer de öteki uca kaydı: Erozyon. Toprağı kucaklayan ot ve çalılar aşırı otlatma nedeniyle yaşayamaz oldu. Otlar toprağı terk etti, topraksa üzerinde biriktiği kayaları. Kaydı gitti; asırlar boyu geri gelmemek üzere.

Elli yıl sonra devlet ormana girişe yeniden izin verdi. Ne var ki artık iş işten geçmişti. Çobanlık küçük görülen, geleceği olmayan bir meslekti.

Çobana kız verilir mi?

“Babam çobancılık yapıyordu. Ben de küçükken çok gezdim onunla. Şu dağları karış karış bilirim. Aslında en güzel iş çobancılık, bakma sen. Fakat olmaz. Ben yapayım desem kimse izin vermez.” İzmir’in bir dağ köyünden Oğuz Kandır çobanlığı böyle anlatıyor. Neden diye sorduğumda yanıtı çok basit: “Geleceği yok abi, sigortası yok; süt para eder, etmez. Her şey yeme bindi. Her yer dikim (ağaçlandırma yapılan yerleri kast ediyor). Böyleyken böyle yani… Bir kız sevsem, istesem olmaz. Çobana kız verilmez ki…”

Çobanlığın köklü bir kültür olduğunu bilen çok az insan kaldı. Oysa ki çobanlık koyun keçi gütmekten çok daha fazlasını ifade ediyor. Değneğiyle, kepeneğiyle, çadırıyla, sanatıyla ve belki de en önemlisi düşünme biçimiyle çobanlık, insanın doğayla kurduğu en hakiki bağlardan…

Siz hiç söğüt ağaçlarının hışırtısına, şırıldaya çınlaya akan dereye ve gökyüzündeki rüzgâra eşlik eden; ardından uçsuz bucaksız dağlara sökün eden bir kaval sesi duydunuz mu? Siz hiç çıngırakların bülbül seslerine karıştığı ve bir çobanın sarp kayalıklara keçi dilinde seslendiği bir sabaha uyandınız mı? Bunları yaşamadıysanız bir daha düşünün. Yitip giden sadece bir meslek değil, aynı zamanda köklerinizden gelen yaşama sevinci.

Anadolu tarım kültürü

Ermenek’in Alakise Köyü’nde yüksek bir noktadan karşı yamaçları seyrediyorum. Yamaçlarla beni derin bir vadi ayırıyor. Vadiden geçen dere, önce Ermenek Çayı, ardından Göksu ve nihayetinde Akdeniz ile buluşuyor. Karşı yamaçlar göz alabildiğine geniş meralarla kaplı. Henüz tam kış inmediği için bölgeye özgü külrengi koyunlar ve keçiler meralara inmemiş. Hâlâ yukarılarda, yayladalar. Nasıl ki su Torosları Akdeniz’e bağlıyorsa insanlar da yayladan denize kadar ürettiği ürünlerle birbirine bağlanmış.

Ermenek Vadisi’nin bu bölgesini dikkatle incelerseniz yazılmadan çizilmeden yapılmış ince bir arazi planlama anlayışının varlığını görürsünüz. Henüz adı konmamış bu planlama yönteminin izine aslında Anadolu’nun tüm kadim vadilerinde rastlanır.

Bu vadide yüksekliğe, bakıya ve suyun durumuna göre her karış toprak bir vazife almış. İnsan bir şey üretmek için doğayı değiştirmemiş, aksine, bir yerin doğasına en uygun olan neyse orada onu yetiştirmiş. Ermenek’te insan üretirken doğanın aklıyla düşünmüş.

Yukarı Ermenek Havzası benzersiz bir tarım kültürü mirası. Burada tarım sanki coğrafyaya işlenmiş bir nakış. Vadinin en üst kesimleri yayla olarak kullanılıyor. Koyun ve keçiler sıcak yaz günlerini bu bol otlu yerlerde geçiriyor. Yaylanın kayalık noktalarındaysa özel arı evleri var. Beş on ahşap kovan burada yazı korunaklı şekilde geçiriyor. Biraz aşağılara inildiğinde orman başlıyor. İnsanların ihtiyacı kadar odun elde ettiği, güz aylarında mantar topladığı ve göç sırasında hayvanlarını otlattığı iyi korunmuş ormanlar.

Daha alt kesimlerde hayvanların kışladığı meralar ve tarım alanları uzanıyor. Eğimli, suyu az ve toprağı ince yamaçlar hayvancılık için ayrılmış. Nispeten daha düz, ılıman ve su kaynaklarına yakın yamaçlardaysa tarım yapılıyor. Ölmüş incir ağaçlarına asmalar sarılmış ve adına barana denmiş. Çamların arasında bir bakıyorsun ki armut ağacı, altında sebzeler ve hemen yanlarında bir arpa tarlası. Derken kiraz bahçeleri. İçinden, kadim ark tekniğiyle taşınan sular akıyor. Burada öyle bir tarım anlayışı var ki doğa nerede başlıyor, tarla nerede bitiyor; çoğu zaman ayırt etmeniz mümkün değil.

Anadolu hiçbir zaman tarımı hayvancılıktan koparmamış. Tersine ikisi birbirini beslemiş. Örneğin bu vadide yayla ve meralardan toplanan hayvan gübresi yamaçlarda arpa üretmek için kullanılıyor. Arpaysa soğuk günlerde hayvanlar için yem oluyor. Bu tarımsal anlayışın bir diğer özelliğiyse bir alanda birden fazla ürün yetiştirilmemesi. Öyle ki koyunlar kimi zaman meyve ağaçlarının altında otlatılıyor ve böylece arazi doğal olarak gübreleniyor. Bir merada hem hayvancılık, arıcılık ve meyvecilik yapılıyor hem de yabani bitkiler toplanıyor, kışlık odun ihtiyacı karşılanıyor.

Anadolu çobanlarının ve geleneksel çiftçilerin en büyük sıkıntısı belki de bu. Parçası oldukları tarım kültürünün adının konmamış olması, önemsenmemesi, daha kötüsü yok farz edilmesi. Oysa hafife alınan, on bin yılı aşkın süredir yaşayan köklü bir kültür: Anadolu tarım kültürü.

Yenilik derken…

Bir zamanlar nasıl şehirlerimizdeki tarihi evleri yıkıp yerlerine apartmanlar yaptıysak bugün de aynısını tarım ve hayvancılık için yapıyoruz. Gün geçmiyor ki gazeteler bir tarımsal yeniliğin (!) müjdesini vermesin. Köylüyü zengin edecek ürün, bol süt veren keçi, verimi artıran mucize makine ve karmaşık kelimelerle tanımlanan bir sürü başka kavram. Bu topraklarda yapılagelen doğayla uyumlu tarım ve hayvancılıktan hiçbiri bahsetmiyor. Elleriyle tohumları saklayıp çoğaltan kadınlara, Anadolu meralarını bu güne kadar korumuş isimsiz çobanlara ve sayısız canlıya hayat veren kadim tarım kültürüne dair en küçük bir kelam yok. Oysa kökü olmayan bir ağaç kuruyup gitmez mi?

Hayvancılıkta yenilik ve verimi artırma vaadi en fazla yerel hayvan çeşitliliğini etkiledi. Çok sayıda evcil hayvan ırkı yok olma noktasına geldi. Özellikle yerli sığır türleri büyük oranda kayboldu. Onların yerine ağır girdi maliyeti olan ithal ırklar teşvik edildi ve köylü borçlandırıldı. Bu durum, meraları da olumsuz etkiledi. Özgür dolaşan hayvanların yerini suni yem ve ilaçlarla yaşatılan ithal ırklar aldı. Meralar boşaldı, kapalı hayvan çiftlikleri oluştu. Sonuçta hem üretici zarar etti hem de tüketici sağlıklı süt ürünlerine ulaşamaz oldu. Daha da önemlisi çobanlık kültürü hepten tehlike altına girdi.

Hayvanların meralardan tecrit edilmesinin daha yaygın sonuçları da var. Doğanın insansızlaşmasıyla boş kalan alanlar, kısa sürede enerji ve maden yatırımlarıyla alt yapı projelerinin istilasına uğradı.

Çoban duası

Çoğumuz çobanı erkek olarak düşünürüz. Elinde değneği ve sırtında kepeneğiyle sürüyü güden, dağları dolaşan çoğunlukla erkektir, bu doğru. Ne var ki çoban kültürünün rehberi pek çok yerde hâlâ kadınlar. Hayvanların ağıla alınması, sağılması ve çoğaltılmasında kadınlar öne çıkmayan ama belirleyici bir konuma sahip. Pek azı bilinse de yanında katırıyla sürüsünü kendi güden kadın çobanlar da var.

Göçer topluluklarda kadın doğanın dilidir. Obanın diğer tüm fertleri o dili dinler ve harfiyen uygular. Toroslar’daki Sarıkeçililer ve Doğu’daki Koçerler’de sürüye çoğu zaman kadın rehberlik eder. Çadır ne zaman sökülecek, nereye kurulacak, yaylaya ne zaman konulacak? Bu kararlar kadın muhakemesiyle verilir.

Çoban, canlılar arasındaki incitilmemesi gereken bağları ve adımlarının doğadaki uyumu nasıl etkilediğini çok iyi bilir. Onun için zaman döngüseldir. Doğa yalnızca ağaçlar, keçiler ve diğer hayvanlardan ibaret değildir. O, tüm bunlar arasındaki iyiliğe dayalı ilişkilerin bütünüdür. Sarıkeçili çobanları, yaşamı paylaştığı tüm canlıları aynı anda kucaklar ve şöyle der:

Buradaki tüm canlılar birbirine muhtaçtır.Bu nedenle hepsi bir diğeri için dua eder. Keçiler otlar için dua etmezse şu dağlarda bir tek ot bitmez. Otlar yağmur için dua etmese gökten tek damla su düşmez. O su ki hepimizin özü; ağacın, keçinin, çobanın ve senin!

Yazı: Güven Eken

Fotoğraf: © Hüsamettin Bahçe

 

Bu yazı Magma Dergisi’nin ikinci sayısında yayınlanmıştır.

Henüz hiç yorum yapılmamış

Yorum yap

Change this in Theme Options
Change this in Theme Options