Uykuyla uyanıklık arasındayım. Bir eşeğin sesiyle bu vadide yüzyıllardır yankılanan kadınların sesi birbirine karışıyor. Gözümü araladığımda sabahın olduğunu görüyorum. Sesler gelmeye devam ediyor dışardan, rüya değilmiş. Yavaşça doğruluyorum yataktan. Pencerenin buğusunu kazağımın yeniyle silince güneşin altındaki şölen karşılıyor gözlerimi. Pencereden içeriye yağmur sonrası canına yandığımın toprak kokusu doldu içeriye, günaydın demenin en saf hali. Her şeyde bir düğün temizliği, her şey yıkanmış paklanmış, renkleri bir ton daha parlamış. Zeytinlerin üzerindeki yağmur damlacıkları halen nazlı nazlı salınıyor, düşsem mi düşmesem mi? Bu güzel anı hafızama kazımaya çalışırken, vadideki kadınlarda tatlı bir telaş. Bu koşuşturmayı anlamaya çalışırken eşeğiyle evin yanından Gökçe Ana geçiyordu. “Hayırlı sabahlar Gökçe Ana, hayrola nereye böyle yükünü yapını sarmışsın?”. “Hayırlı sabahlar kızım.” dedi. “Bugün çamaşır günü. Şu havanın güzelliğine baksana, hem yağmur da yeni yağdı. Derenin yağmur suyuyla yıkanan çamaşırlar başka olur. Kolay kolay kirlenmez. Hem gelin kızın çeyizindeki çarşaflar gibi olur, sakız gibi. Hadi sen de al çamaşırlarını dereye gel. Bugün dere kenarı çok şenlikli olur. Beri bak, sende kül varsa al da gel, benimkinin üstüne gece yağmur yağmış akmış gitmiş.” Hemen bir koşu ocaklığa gittim. Dağlardan aşılanmak için kesilen zeytin delicelerinin külünü helkeye tıka basa doldurdum.
Kadınların çamaşır yıkamaya değil de sanki şenliğe gider hallerine bende ortak oldum. Bohçamı koluma takıp derenin kıvrımlı yoluna düştüm. Geceki yağmur ve rüzgarla zeytinler de hafiflemiş, kuş gibi olmuşlardı. Bütün yılın mahsulü hasır gibi eteklerindeydi ağaçların. Allah’tan köylüler havanın durumunu anlamışlardı da bütün zeytinlerin altını açmış, temizlemişlerdi. Nasıl eve bebek geleceğinde ona yer açılır, hazırlanırsa aynı heyecanla yapıyordu köydekiler bunu. Daha yerler kurumadan toplamazlar zeytini, yarın bir gün başlarlar dedim kendi kendime, eli kulağındadır. Geçen yılın zeytin toplama zamanı geldi gözümün önüne. Kadınlar usul usul nakış işler gibi yerde tek tek zeytini ellerken, erkekler de sırıkla ağacın başında yağmura rüzgara inat etmiş zeytinleri düşürmeye çalışırlar. Hemen yanıbaşlarında bir taşın kenarında fıkır fıkır tencere kaynar. Kolay değil sabah gün aydınlanır aydınlanmaz selamlaşırlar zeytinlikle akşama kadar hemhal olurlar. Ağaçların dibinde oynaşan çocuklar da taze çiriş otlarında kendince yemeklerini pişirirler, şakacıktan. Yemek gerçekten pişse de şakacıktan otlar doğransa da hep ilk önce taşta ezilen zeytinin alın teri düşer tencereye. O sıra hiç değişmez, oyunda bile.
Diğer dönemeçte yenidünyanın kokusu selamladı arılarla beni. Tam bu zaman açar. Zeytinler olduğunda. O da yazın ilk meyvesini verme gayretiyle etrafta hiç çiçekten eser yokken, akça kırağı yağarken açar.
Bütün bunlar zihnimden oya misali birbirine eklenirken dereden sesler yakınlaşmaya başladı. Aşina olmadan kolay kolay anlaşılamayan Ege’nin malum ağzı. Bir elimde bohçam, bir elimde kül helkesiyle dere kenarına vardım. Karşıdan bakınca dere kenarında dağ laleleri açmış sanırsın, her yer allı morlu giyitler. Kimisi eşekle getirdiği çamaşırları, kazanları indirirken kimisi de derenin getirdiği odundan ateş yakmış, kazanı ocağa vurmuştu.
Yavaşça Gökçe Ana’nın yanına yaklaştım. Köycek ona böyle sesleniriz, gözlerinin güzelliği gerçek adını unutturmuş herkese. Mavi yazmasının kenarından çıkan zülüfleri ateş rengi, kına sadece ellerini değil saçlarını da güzelleştirmiş.
Getirdiğim kül helkesini uzatınca, “Hay yaşa kız sen, kıvranıp duruyordum bu kadar çamaşır külsüz nasıl yıkanır diye.” Bir taraftan da kaynayan kazanın içine otlar, dallar atılıyor. Gökçe Ana bakışlarımdaki soruyu anlamış olacak ki: “Yavrucağızım bunlar çamaşırı mis gibi kokutur. Bir daha yıkanıncaya kadar kokusu dağ bayır senle gezer.” Yakından bakınca hemen tanış çıktık dallarla, defne, mersin, zakkum suyun içinde kucaklaşmış, sarmaş dolaşlar.
Gökçe Ana, çamaşırlara bakıp bunlara bir boğaça örelim, başka türlü akşama kadar bitmez bunlar dedi. Etraftan önce büyük yassı taşları bulup getirmeye başladı. Boğacasını yapmayı bitiren yanındakine yardım ediyor. Taşlar getirildikçe yavaş yavaş başlıyor kınalı eller örmeye taşı. Soba boyunda bir küçük kuyu gibi yuva örüldü. Gökçe Ana, biter bitmez beyaz ne var ne yoksa doldurdu boğaçanın içine. Hemen başındaki yazmayı çıkarıp boğaçanın üstünü örttü, uçlarını taşın arasına sıkıştırdı. Evden getirdiğim külü yazmanın üstüne olduğu gibi boşalttı. Sonra da kokulu kaynar suyu tas tas külün üstüne döktü. “Siz sıranızı bekleyin bakalım.” dedi. “Az işiniz var zaten, oradan çıkarır bi sabunda yıkarın sizi.” dedi çamaşırlara bakıp.
Rengarenk bütün çamaşırlar kuru dalların üstüne asılıp güneşte kurumayı bekliyor. Vakit öğlen, yanında azığını getirmiş herkes. Hemen toplanıp beraber yemenin lezzeti akıldan Gökçe Ana’nın diline düşünce: “Zeytin peynir evde hiç bu gıdan datlı olmaz. Beraber yiyince böyle olur. Halil İbrahim bereketi uğrasın sofranıza.”
Kış güneşinin yolu zaten bir karış, öğleden sonra gün devrilmeye başlayınca koşarak varır dağın arkasına. Güneşin meyliyle herkes birer ikişer toplanmaya başlar. Kuruyan çamaşırlar bohçalanır eşeğin semerine bağlanır. Kurumayanlar da katlanıp evde ocak başında kurutmak üzere boş kazanların içine konulup, yüklenir. Gökçe Ana ile beraber çamaşırları toplarken: “Sen o külü getirmesen akşam karanlığına ancak biterdi çamaşır. Komşu komşunun külüne muhtaçmış, bak.” deyip koca bir gülme koyuverdi. Biz döne döne yukarı çıkarken, arılar da artık geri dönüyordu.
Yazı: Raziye İçtepe Akyol
Henüz hiç yorum yapılmamış