Geçen Seferihisar Doğa Okulu’ndan arkadaşlarla İstanbul’daki kuş evlerini görmek için yürüyüşe çıktık. Dağınık bir insanım. Şuna bir bakayım diye başladığım işlerde, o dediğim şey hariç her şeye yönelen, en ufak bir esintiyle sürüklenip giden bir dikkatim var. Bazıları buna ‘dikkatsizlik’ diyor.
Hava çok güzeldi. Taksim’de Maksem’deki kuş evini ve içinden kafasını uzatıp uzatıp içeri kaçan serçeyi izledikten sonra yol boyunca camilerin, çeşmelerin duvarlarında kuş evi arayarak Fındıklı’ya indik. Fındıklı, biliyorsunuz İstanbullu’nun ayağının hala toprağa basabildiği ve denizin türlü hallerini izleyebildiği ender yerlerden. Puslu, sisli, güneşli günlerde ışıl ışıl, mavi, lodoslu deli, gri, ters akıntılarla camgöbeği yeşil, çırpıntılı, kimi yağmurların ardından kül rengi ve pembe, lağım suyu rengi, çamur rengi, erimiş plastik rengi, çini mürekkebi rengi… O gün ışıltılı ve maviydi.
Adaçaylarımızı içip kalktığımız sırada, denizden dalgıç çıktı. Suları süzüle süzüle, elinde zıpkın, belinde balıklarla çay içip tost yiyen kalabalığın arasından yürüdü gitti. Koşup arkasından yetiştim. Kalabalık trafiğin yanı başında, elinde zıpkın, suları damlayarak yürüyen bir adamla ne kadar süre sohbet edilebilirse, o kadar sohbet ettim. Balıklar mırmırmış. O Fındıklı’ya ara sıra gelirmiş, arkadaşları da öyle. Mırmır kumluk zeminleri seven, oralarda burnuyla eşelenip duran bir balık. En son Olimpos’ta derenin denize döküldüğü yerde, yüzen insan kalabalığının arasında oltayla avlandıklarını görmüştüm. İnsandan kaçmıyor demek ki. ‘Bilakis yüzen insanların kumu kaldırmasını sever, daha da sokulur’ diyenler var. Ege, Akdeniz balığı sanıyordum. Atlantik’ten Marmara’ya geniş bir alanda yaşıyormuş. Marmara’daki daha lezzetli olurmuş!
Zıpkıncı kafama takıldı. Fındıklı’dan Karaköy’e uzanan yolda av, avcılık malzemeleri satan yerler vardır. Meraklandım, birine girdim. Bir adamın Boğaz’da, çay bahçelerinin önünde zıpkınla avlanmasına değil, benim buna şaşırmama şaşırdılar. Yaygın olduğunu iddia ettiler. Zıpkınla av, Türkiye’de bir ‘spor’ olarak kabul ediliyor. Amatör balıkçılık kapsamında düzenleniyor. Ağırlık, sayı ve avlanılacak yerlerle ilgili yasaklar var. Tüple avlanmak, gece avlanmak ve zıpkınla avlanan balığı satmak ise kesinlikle yasak. Bunları yapan birisini görürseniz, bilin ki o kişi balık neslini tehlikeye atacak bir kötü iş yapıyor. Tahmin edeceğiniz üzere tüple, gece vakti avlanan da, avını satan da var. Özellikle turistik bölgelerde, artık adları unutulan balıkların son iri örneklerinin bol sıfırlı rakamlara satılabildiği yerlerde…
Levrek gibi iri balıkları solungaçlarına yakın bölgeden vurarak, diğer balıklarda da balığın pullarıyla zıpkın izini saklıyorlarmış. Fındıklı av için yasak bölge, mırmır ise yasak tür değil. Ancak liman ve mendireklere yakın bölgelerde zıpkın avı yasak, deniz trafiğinin yoğun olduğu yerlerde de riskli imiş. “Akıllı adam orada pek avlanmaz.” dedi bir arkadaşım.
Tophane’ye gelince eskiden kağıt depolarının, hurdacı ve hırdavatçıların olduğu bölgeye saptık. Şimdi şık kafeler, fırınlar, restoranlar var oralarda, birinin adı ‘coffesapiens’… Erişkin bir coffesapiensin sabahları ayılmak için kaç kahve içmesi gerektiğini düşünürken gözlerim üzümlere takıldı. İstanbul’un bazı eski mahallelerinde, çayın çok ucuz olduğu kimi kahvehanelerde hala varlar, yoksa logolu gölgelikler, promosyon şemsiyeler, havalandırma, ışıklandırma, ses sistemi derken ilk sökülüp atılan onlar. Yani asmalar.
Tophane’de gölge ve serinlik kaynağı ‘kamusal’ asmalar hala yaşıyor. Üzüm de veriyor. Bu tür yerlerde ortamın eskilerinden bir iki kişi kalır, Birleşmiş Milletler gözlemcisi edasıyla gün boyu kaldırımda durup değişimi izlerler. Bir yerin sakiniyken birkaç yıl içinde egzotik bir varlık haline geldiklerinden herhalde bir tür dokunulmazlıkları vardır. Ortam o kadar hızla değişmektedir ki, yok olduklarında da fark edilmezler. Uzanıp uzanıp erişemediğimi görünce derhal bir sandalye icat eden böyle iki eski Tophaneli’nin yardımıyla üzüm topladım. Koyu renkli, üstü hafif puslu, olağanüstü hoş kokulu ve tatlı bir üzüm. “Kimse toplamazmış” bu üzümü. “Pazar gel topla” dedi birincisi, “Bundan iyi şarap olur” dedi gülerek daha kırmızı yanaklı ikincisi. Arkadaşlarım bu üzümü tanıyor, Fatih’teki evlerinde de varmış. Trabzon üzümü dediler. Öyleyse Karadeniz’in meşhur pepeçurisi de bu üzümden yapılan bir tür muhallebi.
Üzüm yiyip kuş evi arayarak Karaköy’e ulaştık. Balık pazarının yanındaki balık tezgahları ve ‘seyyar’ kır meyhaneleri bu yaz kaldırılmıştı hatırlarsınız. Yerine ne gelmiş diye merak ediyordum. Otopark gelmiş. Bir zamanlar sırf İstanbul’da mevsimin kır çiçeklerini görmek için gittiğim zemin, ziftli çakıl atılıp düzleştirilmiş.
Doğa gözlemi için şehir dışına çıkmayı bekleyenleri bu yüzden anlayamıyorum. Ege’de bir zeytinlik, dere yatağı katledilerek üretilen inşaat kumu, dükkanının önüne eski usulle çardak kuran esnaf, boynunda zıpkın deliğiyle veya henüz yavruyken satılan balık… Bu sabah gözünüzü açtığınız andan itibaren gördüğünüz ne varsa, işte o doğa. İstanbul ise hala denizinde balıklar olan, caddelerinden üzüm toplanabilen, betonlanamamış son santimetrekarelerinde kır çiçekleri, otlar yetişen bir kent.
Görmek ve anlatmak için neyi bekliyorsunuz?
Yazı, fotoğraf: Emel Alptekin
Henüz hiç yorum yapılmamış