Melengiç Kokulu Süslü Tarhana

Blog   Etiketler: ,


“Ağustosun on beşi yaz, on beşi kış.” derdi anası. “Karıncalara, arılara bak feyz al, şimdiden kışın yiyecekleri erzağı çekmeye başladılar yuvalarına.” O gün de Ağustos, ikinci on beşine giriyordu. Anasının dediklerini anımsatan belki de havadaki güz kokusuydu. Ne zaman böyle koksa etraf, anası; “Hava güzsüredi, tarhanaları yapalım.” derdi. Bu sene tarhanasına ayrı bir özenmek geldi içinden. Taa yayladan yerli sarı buğday getirtmişti. Gelen buğday çuvalının ağzını açınca içi açılmıştı, sapsarı mum gibiydi buğday. Bütün çuvalı tek tek ayıkladı, yıkadı, kuruttu.

Anasından yadigâr değirmen taşını çıkarttı sakladığı yerden. Bir eliyle değirmen taşının içine döktü buğdayı, bir eliyle taşı çevirdi. Onu çevirmenin de bir adabı vardı. Çok hızlı çevirirse, çok iri çıkardı buğday göcesi, çok yavaş çevirirse de tam tersi un gibi olurdu. Tam kararıysa göce karınca başı olacaktı. Tam da denk düşürdü. Sevindi içten içe, istediğim gibi oldu diye. Bez torbanın içine koydu. Gülbahar’ın üç gündür sütünü pişirip kese yoğurdu yapmış, dört kova yoğurt biriktirmişti. Bir bez torbaya baktı bir de önünde biriktirdiği yoğurda, en hassas terazi olan göz kararı “Bu kadar göceye bu kadar yoğurt ancak yeter.” dedi.

Hemen ateşi yaktı, koca bir kazan su koydu ocağa, avuç dolusu tuzu attı suya. Su fokurdamaya başlayınca usulca indirdi yere. Duvarda asılı duran tarhanalık buğday göcesini, rahmetli amcasının yonttuğu büyük kepçeyi de aldı, kazanın başına oturdu. Hızlıca açtı keseyi, su soğursa yaptığı tutmazdı. Göce kesesini kolunun arasına kıstırdı, kepçeyi ters çevirip sapıyla suyu karıştırmaya başladı. Benim elim değil Fatma anamızın eli deyip, göceyi ekledi yavaş yavaş. Bir anda hepsi dökülmezdi suya, topak olur içi diri kalırdı. Yavaş döküp hızlı karıştırmak gerekti. Bir koca tabak un ekledi, iyice özleşsin diye. Kazandaki su bitti, kesedeki göcede bitti, suyla göce denk düştü. Kazan ağzına kadar dolmuştu, bir sini ile üzerini örttü. Göce demlenecek, iyice şişecekti.

Evin diğer işlerini yaparken bir taraftan da gidip geldikçe bakıyordu göceye. Olduğunu anlayınca büyük meydan sinilerini getirdi. Kazanın içinde iyice pişip şişen birbirine harç gibi yapışan göceleri, soğusun diye kepçe kepçe sinilere koydu. Alaca karanlık çökmek üzereydi. Akşam yemeğini yiyene kadar soğudu sinilerde bekleyen göceler. Koca bir leğen getirdi göce sinilerinin yanına sonra yoğurt kovalarını. Tabakta da biraz da ekşi maya getirdi. Tabi tuzsuz olmazdı tarhana, en önemlisiydi belki de o olmazsa böceklenirdi. Kepçenin şeklini alan göce kalıplarından iki üç tane attı leğene, sonra üzerine üç kepçe yoğurt koydu. Hamur yoğurur gibi yoğurdu. Bütün yoğurtla göce harman olana kadar devam etti. Ekşi güzel olurdu bu tarhana, birazda ekşi maya koydu. Islatıp getirdiği koca bez torbaya yoğrulmuş tarhanayı koydu, üzerine tuz ekledi. Bu sıra önündeki yoğurtla göce bitene kadar devam etti.

Yoğurduğu tarhana üç gece bu torbanın içinde yatacak, uyuyacaktı. Aklına geldi bir anda nasıl da unutmuştu, onlarsız olmazdı. Hemen dışarıya çıkıp birkaç dal melengiçle çam dalı getirdi. Suyun altına tutup yıkadı dalları, bir taraftan da tadı damağına geliyordu damla sakızlı, çam reçineli tarhananın. Leğenin içine karışık yerleştirdi dalları, üzerine tarhana torbasını yatırdı, üzerini de melengiç dallarıyla örttü. Torbanın rahatı iyiydi, mis gibi kokulu döşekte yorganın arasında uyuyacaktı.

Üç kere doğdu battı güneş, kimse torbaya dokunup uyandırmadı tarhanayı. Dördüncü sabah güneş doğmadan dalların altından kaldırıp aldı torbayı, sinilerini hazırlamıştı bile. Torbayı açar açmaz buğday ve yoğurdun ekşi kokusu karşıladı onu. Bir topak aldı, yuvarladı elinde, tam kıvamındaydı. Yavaşça topağı siniye koydu, işaret parmağı ile tam göbeğine bir delik açtı, bıraktı. Her şey kolaylaştı diye geçirdi aklından. Eskiden örtünün üzerine serilirdi, tarhana örtüye yapışmasın diye mor incirin yaprağına üzerine. Anasıyla tarhana yaparken, bir gün önceden mor incirin yapraklarını sepete toplar, biraz soldururlardı. Ertesi gün yaptığı çörek tarhanaları tek tek bu yaprakların üzerine sererlerdi. Şimdi sinilere sermek daha kolaydı.

Bütün sinileri doldurduklarında güneş dağın arkasından doğmuştu. Çörek tarhana ya da süslü tarhana dedikleri bu tarhanayı kurutmak için en az on gün lazımdı. Her gün bütün tarhana çöreklerini tek tek çevirdi, alt üst etti. Akşamları çiğ yemesin diye eve taşıyıp sabah erkenden dışarı çıkarıp güneşle buluşturdu. Tarhana çörekleri takır takır olana kadar kuruttu. Bez torbaya koyup kuru patlıcan, kuru kabak dizilerinin yanına, duvara astı.

İki hafta sonra güz yağmurları başladı, birden hava kış gibi olunca tarhana geldi aklına. Merak ediyordu tadının nasıl olduğunu. Hemen bir pişirimlik tarhanayı suya koyup kuru börülce taneleriyle beraber ıslattı. Çabuk pişmesi için süslü tarhanayı iki üç saat suda bekletmek lazımdı, öyle telaşlı pişirilmeye gelmez. Öğleden sonra tarhanayı ocağa koydu, içine Gülbahar’ın tereyağından attı koca bir kaşık. İki tane kuru kırmızı biberi közün üzerine attı, yanmasın diye hızlı hızlı çevirdi, ateş tadı vurunca biberleri aldı attı kazana. İs tadı, kuru biber tadı bambaşka bir rayiha verirdi çorbaya. Odunların köz olanlarını iyice kazanın altına itti. Ağır ağır pişsin istiyordu, tadı ancak öyle çıkardı. Tarhana pişip börülceler ortasından yarılınca indirdi ateşten. Derince bir çanağa boşalttı çorbayı, sofranın ortasına koydu. Buğusu tüten,buğday kokan, melengicin tadını alan çorbadan bir kaşık aldı. İnsanın kendi yaptığı tarhana gibisi yok diye geçirdi içinden. Sene dönünceye kadar yağmurlu, soğuk günlerde sofranın olmazsa olmazı olacaktı. Nenesinin yemek yerken söylediklerini tekrarladı içinden: “Artsın eksilmesin, taşsın dökülmesin, bereketi kesilmesin.”

Henüz hiç yorum yapılmamış

Yorum yap

Change this in Theme Options
Change this in Theme Options